19 Kasım 2015 Perşembe

Terör ve İnsanlık ve Normalleşme




Bazen televizyonda ya da internette haberlere bakarken tarihi bir yapının bombalarla İslam Devleti (İD) ya da benzeri organizasyonlar tarafından yok edildiğini görüyorum. Çok da sık olmuyor bu tarz haberler ama beni müthiş derecede üzüyor bu tarz tarihin yok edilmesi haberleri. İnsanlığın tarihinin yok edilmesi geçmişini kaybetme anlamına geliyor bir anlamda.

Tarihin yok edilmesinden çok daha sık bombalama haberleri geliyor. İntihar bombacıları, arabaya bomba doldurup ortalık yerde patlatanlar, eline satırı alıp insanların kafasını kesenler.. Bir de köle pazarları kurulması. İnsanların, özellikle gencecik kadınların bu pazarlarda satılması. İdamlar. Kurşuna dizilmeler. Çocukların dahi kurşuna dizilmeleri. Bir babanın 7 yaşlarındaki çocuğuna bir askerin kesik başını verip poz verdirmesi (bağlantı)..

Hayatta alışkanlıklar normalleşmeyi, normalleştirmeyi de beraberinde getiriyor. Normalleştirmek derken bombalamaların, intihar bombacılarının varolmasının normalleşmesi kendi açımdan. Artık haberi duyunca zaten sonunda olanları sık sık duyduğumuz için kimi zaman haberi okuma gereğini dahi duymayabiliyoruz. En azından ben kendimde bunu yaşıyorum bazen. Daha kötüsü de, bu yazıyı yazma nedenim aynı zamanda, daha az sık gerçekleşen tarih katliamlarına insan katliamlarından daha fazla üzüldüğümü bazen hissetmem.

İşin sorunlu kısmı bu: Tarih katliamına insan katliamından daha fazla üzülebilme. Biraz üstünde düşününce insanlığımı kaybediyor olduğumu dahi düşünmeden edemiyorum. Çünkü tarihi yazan insanın kendisidir. İnsan olmadan tarihin, tarihi yapıların, anıtların, tapınakların, binaların, kitapların anlamı yok ki! İnsan yapıyor bunların tamamını. İnsan yazıyor tarihi. İnsan bu tarihin ana unsuru. İnsanın olmadığı, dinozorların olduğu döneme dair elimizde fosillerden başka hiç bir şey yok. İnsan yazar tarihi ve kaydını tutar. O olmadan tarih de olmaz ki!

Hayatta en korktuğum şeylerden biri alışmak. Evet, alışmaktan korkuyorum. Nedeni bazı şeylerin alışkanlığa dönüştükten, rutine bindikten, gündelikleştikten sonra değerini kaybetmesi. Değersizleşiyor öyle olunca. Burada da benzer bir durum var. İnsanların öldürülmesinin normalleşmesi insan hayatının değerini azaltıyor, değerini bitirme noktasına getiriyor.

Bu yüzden işte, alışmamak lazım. Her ölüme, her katliama karşı durmak lazım. Karşı çıkmak lazım nedeni ne olursa olsun her türlü doğal olmayan yollarla ölüme. Bir insanın ölümünü umursamamak, hele hele bu ölüme sevinmek insanlığı kaybetmenin son adımıdır. Kaybetmeyelim insanlığımızı..

Fotoğraf: http://i.imgur.com/zVxubEs.jpg

3 Eylül 2015 Perşembe

Kınıyorum! Yok yok, Lanetliyorum!

O kadar kolay ki kınamak. Ya da lanetlemek. Ya da her ikisi de.

Google'da aratınca 631.000 sonuç çıkıyor. Tek kelime: Kınıyorum.

Lanetliyorum ise 1.030.000 sonuç veriyor.

Yani seviyoruz kınamayı da, lanetlemeyi de.

Habire bu lafları duyuyorum son dönemde. Herkes kınıyor. Herkes lanetliyor. Peki sonuç?

İnsan işin içinde olunca herşey siyah-beyaz olmuyor. Arada grinin de değil elli tonu, ellibin tonu oluyor. Ben biraz daha düz bakıyorum olaya. Kınamak/lanetlemek bir işe yarıyor mu?

Şimdiye kadar kınananın, ya da lanetlenenin yaptığını yapmasını engellemişliği var mıdır? Bir öğrenciye kınama cezası verirsiniz. O öğrenci bir daha da benzer bir hata işlemez. Çünkü ikinci defada okulda atılma ihtimali dahi vardır. Hayatını, geleceğini riske atmak istemez. Fakat bir kuruma, hele de insan öldüren, silahlı eylem yapanlara, kimi zaman kitlesel katliam yapanlara karşı kınamak ya da lanetlemek sinek vızıltısından başka bir etki yapmaz. Sorunu çözmez yani.

Hedef sorunu çözmek olmalı. Boş boş kınamak ya lanetlemek değil.

Birleşmiş Milletler'in bir toplantısında bir grup delegenin bulunduğu ortamda garson herkese bardak içinde kola getirir. Tesadüf bu ya, hepsinin içinden sinek çıkar.
Alman sineği çıkarıp kolasını içmeye devam eder.
İngiliz hemen yeni bir kola sipariş eder. Elindekini iade eder.
Yahudi sineği Çinli'ye, kolayı ise Rus'a satar. Yeni kola ister.
Fransız kola yerine ücretsiz olarak şarap verilmesini ister ve alır.
ABDli dava açıp 1 milyon dolar tazminat kazanır.
Taylandlı sineği önce yiyip üstüne kolasını içer.
Türk delege ise ''kınıyorum'' der.

Herkes bir çözüm bulurken biz nedense kınamayı tercih ederiz. Böylece insanlar ölmeye devam eder. Biz yerimizde sayarız. Dünya ilerlerken biz Koreli'nin ürettiği cep telefonumuzla, Fransızın tasarladığı, Bangladeşli'nin ürettiği gömleğimizle, neredeyse tamamı yurtdışından ithal parçalar kullanılarak sadece montajını yaptığımız telefona ''yerli'' diyerek övünmeye devam ederiz. İnsanlar ölür, biz ''niye terörist demedi?'' diye dışlarız insanları.

Kınamak tabii ki lazımdır. Asıl mesele sadece kınamakla ve aynı hataları tekrar etmekle sorunun çözülmediğini bilmek. Ölenin, ne yazık ki, öldüğüyle kalması. Kalanların ise onların sırtından siyaset yapması!

İnsanlar, yanısıra insanlık da ölmeye devam eder bu sırada.. 

İnsanlığın İleri Gidişinin Sonu

Dün hemen hemen bütün gazetelerde, haber sitelerinde ve sosyal medyada dolanan birkaç fotoğraf vardı. Bir çocuğa ait. Yüzüstü uzanmış bir çocuk. Aslında uzanmamış, ölmüş bir çocuk. Denizde ölmekle kalmamış, kıyıya vurmuş zayıf ve cansız bedeni. Ailesinin ölümden kaçışının onu götürdüğü yer de ölüm olmuş. Bombalarla, kurşunlarla, işkenceden geçirilerek değil belki. Yine de ölüm bulmuş onu. Denizin ortasında. Sonra da kıyıya vurmuş cesedini zavallının. Gerçi o çocuk değil burada zavallı olan, biziz! Bizleriz zavallı olanlar. Bir çocuk ''daha iyi hayata'' gitmeye çalışırken, içinde bulunduğu tekne batıyor ve ölüyor bu çocuk.

Böyle bir sahnenin etkilemeyeceği insan var mıdır acaba? Bugün okuduğum, tarihin en cani insanlarından birini belki etkilemeyebilir ama benim tanıdığım herkesi etkiledi, ben dahil. Hem de derinden sarstı. Ayağımın altındaki toprak sarsıldı sanki. Yer yarılsa da, içine girsem. Girsem de görmesem o görüntüyü. Hiç tanımadığım bir çocuk. Bir insan. Öldü dün. Asıl üzen neyi peki beni? Bir insanın ölmesi miydi?Yoksa bir çocuğun ölmesi mi? Hem de ne uğruna? Daha iyi hayat uğruna.

Bir Ezidi kadının dramını okumuştum. IŞİD kadına öyle şeyler yapmış, yaptırmış ki, kadın hiç durmadan dünyanın öteki ucuna kadar kaçsa dahi o kendisine yapılanlar yakasını bırakmayacaklar gibi hissediyordu. Edirne'ye kadar gelmiş olmasına, onlardan neredeyse 2.000km uzaklaşmış olmasına rağmen güvende hissetmiyordu kendisini. Daha iyi bir hayat, insanca hayat uğruna gidiyordu.

Bugün ise hayat devam ediyor. Yine aynı şekilde hem de. Ölmesinin etkisi geçti bile. Suriye'deki savaşın öldürdüğü binlerce çocuktan biriydi o çocuk. Diğerlerinden farkı denizde ölmüş olması ve cesedinin kıyıya vurmasıydı. Yorumlar geldi, ''İngiliz, Fransız çocuk ols dünya ayağa kalkardı.'' diyenler oldu. İnsanlar heyecanlandı ve öfkelendi. Ama o öfkeleri hep saman alevi misali. Bir anda parlayıp bir an sonra yok oldu. Gitti.

1-2 seneye kadar Mars'a insanlı yolculuğun başlayağı düşünülüyor. Nasa'nın Voyager uzay mekiği Güneş Sistemi'nin sonunda, en uzakta bulunan Pluto'nun kalbe benzer kraterlerinin olduğu bir fotoğrafı paylaşıyor. Güneş Sistemi'nin dışına çıkıyor insanoğlu. Uzayın derinliklerini keşfetmeye devam ediyor. Samsung, LG, Apple, Sony gibi firmalar otomatiğe bağlamış gibi her sene en az bir ''amiral gemisi'' telefon çıkarıyor. Ülkemiz bir insanın kaprisi, isteği yüzünden 2 milyar lirayı aşkın bir bütçe ile seçime gidiyor. Doğu ve özellikle de Güneydoğu'da sivil halk sokaklarda polis ve asker ile çatışıyor. Her gün sivil kayıpların haberleri geliyor.

Bir yandan insanlık ilerlerken
diğer yandan da gerisin geri uzaklaşıyor o ileriden.
Geriye gidiyor.
Bir çocuk ölüyor.
Biz bakıyoruz.
Sonra, biz ölüyoruz.
Ruhumuz ölüyor.
İnsanlık ölüyor.
Biz,
Biz bakıyoruz.
Ruhumuz ölü. 

21 Ağustos 2015 Cuma

CeHaPe ve Son Dönem Politikaları Hakkında

Senelerdir CHP'nin politikasını, ya da politikasızlığını eleştiririm. Birçok farklı ortamda, farklı insanlardan, farklı CHPlilerden duyduklarım CHP'nin halkın sesini dinlemediği ve dinlemeye ciddi olarak uzak bir bakış açısı olduğuna işaret ediyordu. Neredeyse bugün dahi olan bitenden CHP'yi suçlama yönünde bir eğilimim vardı. Bunların çok ciddi nedenleri var tabii ki.

Bir insanın, bir partinin herşeyine, her yaptığına karşı olursanız bir süre sonra inandırıcılığınızı yitirirsiniz. Eğri oturup doğru konuşmak lazım. Son seçimden sonra MHP nasıl HDP'yi ''yok sayacağını'' ilan edip neredeyse HDP ''Allah birdir'' dese, ''yok bir olmaz. İki de üç de daha fazla da olabilir.'' diyecek seviyede bir karşıtlıktı bu karşıtlık. Bir parti de herşeyi yanlış yapamaz ya. Durmuş saat dahi günde iki defa doğru zamanı gösterdiği gibi AKP'nin de iyi ve doğru yaptığı şeyler vardı.

CHP Deniz Baykal'ın gidişiyle birlikte bir değişim, dönüşüm sürecine girdi. Bir çok insan ayrıldı ya da ayıklandı. İlk anda bu ayrılışlar, ayıklanışlar bana partinin daha sağcı, daha milliyetçi, daha ırkçı yaklaşımları ve söylemlerini duyuyordum (Burada bu söylediklerime herkes katılmayabilir. Gayet de doğaldır. Çünkü herkesin düşünce tarzı ve bakış açısı aynı değil). Değişim bir süredir devam ediyordu. Haziran genel seçiminden sonra ise farklı bir CHP gördüm. Hatta seçim öncesinden itibaren. Artık sadece AKP'yi odağına almış, yaptıklarını eleştiren bir bakış açısından biraz daha çözüm üreten bakış açısına yönelmiş gibi geldi. Anadolu'da kurulması planlanan şehir ve orası için öngörülenler CHP'nin enerjisini AKP'nin eksiklerini ortaya çıkarmaktan ziyade memleketin sorunlarına dair ciddi çalışmalar yaptığı, çözüm önerilerinde bulunduğu ve eski bakış açısını terk ettiğini gösterdi.

Seçimden hemen sonra arkadaşlarımla sohbet ederken, ki hemen hepsi CHP'ye oy verenlerdi, AKP-CHP koalisyonu olması gerektiğinden söz ettim. Bunun memleket için en doğru, en hayırlı olacağını söyledim. Nedeni ise iki büyük partinin koalisyonda beraber çalışmaları sonucunda memleketin en ciddi sorunlarına dahi bir şekilde çözüm bulabileceklerine dair umudum idi. AKP sandalye çoğunluğunu kaybetmiş ve MHP HDP'nin olduğu herhangi bir oluşumda bulunmayacağını açıklamıştı. MHP hatta (nedense) hiçbir şekilde koalisyona girmek istemediğini bildirmişti. Ben bunun iyi olacağına dair konuşmaya çalıştıkça ciddi bir tepki gelmiş ve konuşturulmamıştım. CHP değişmişti ama seçmeninin AKP nefreti değişmekten, ılımlılaşmaktan çok uzaktı. Sert tartışmalara doğru giderken ben sohbeti devam ettirmemeyi tercih etmiştim. Çünkü tamamen anlamsızdı.

Bu arada CHPli arkadaşlarımın karşı çıkmalarının en büyük nedeni CHP'nin öyle bir çalışmaya girerse oy kaybedeceğine inançlarıydı. Halbuki CHP'nin %25 civarında olan oyunun ciddi bir değişim geçireceğine inancım yok. O insanlar en kötü ihtimalle oy kullanmayabilirler. HDP'ye oy veren bir kitle illaki olacaktır. MHP'ye de oy kayabilir ufak bir oranda. Fakat daha fazlasının olacağını düşünmüyorum. Çünkü alternatif kabul edebilecekleri bir parti yok CHP seçmeninin.

Sonuç: Tek ciddi anlamda koalisyon görüşmesi CHP-AKP arasında olmuştu. Sonuç olumsuz dahi olsa bence iyi bir çalışma yapıldı. İnsanlar CHP ile AKP'nin can düşmanı olmaktansa birlikte de çalışabileceklerini gördü. Ve bence sonuçta CHP'nin değili AKP'nin koalisyona karşı olduğunu, Cumhurbaşkanı'nın koalisyon yerine seçimlerin tekrar yapılmasını istediğini anladı.

Bir koalisyon olsa ne kadar süreli olurdu, ya da sürer miydi bilmiyorum. Bildiğim şey CHP'nin halkın, en azından benim gözümdeki değeri bu seçim ve sonrasındaki süreçte ciddi olarak arttı. En üst noktası ise ''HDP'yi yedirtmeyiz'' minvalinde Gürsel Tekin'in açıklaması oldu.

Bakalım ne olacak bundan sonra?

Her yerde insanımızın kanı akarken, dolar 3 lirayı görmüşken, seçim ve sonrasındaki süreçte Suriye'yle savaşa doğru adım adım ilerlerken, AKP'yi memleketim seçmeni sandığa gömer mi yoksa çıkarır mı hep beraber göreceğiz. Yalnız kalbimden bu seçimde iki partinin güçlü çıkması ve bunların koalisyon kurmaları geçiyor. 

19 Ağustos 2015 Çarşamba

Elini Tabuta Dayayarak Oy İsteme!


Son üç seçimde de görev aldım sandık başında.

Son üç seçimde de sabah 6.45'ten itibaren ''gönüllü müşahit'' olarak görev aldığım okullarak gidip kiminde geceyarısına kadar, kiminde akşam 20.00'e kadar sandık başında bekledim.

Hak yerini bulsun, herkes hakkı olanı alsın, halk istediğine oyunu versin, kimse kimsenin yerine oy kullanmaya, başkalarının oyunu çalmaya çalışmasın diye tüm Pazar günümü bu işe verdim.

Arkadaşlarım gece eğlenmeye devam ederken ben erkenden oradan ayrılıp ''gönüllü' olarak görev aldığım için erkenden uyumaya gittim.

Gittim ki enerjim tüm gün yerinde olsun. Haksızlığı gördüğüm an müdahale edebileyim.

Gittim ki birileri her zamanki gibi ''Oy çaldılar'', ''Zaten her seçimde oy çalarak başa geçiyorlar'', ''Elden birşey gelmez'' gibi yakınanlar konuştuğunda onları kaale almayıp vicdanım rahat olabileyim.

Gönlüm el vermiyordu, gönlüm el vermiyor ''havaya'' şikayet edip hiç birşey yapmamaya!

Gönlüm el vermiyor ''Kronik çözümsüz'' olmaya, klasik bahanelerin ardına sığınmaya.

Gönlüm el vermiyor ''Dış Mihrak'' denen görünmez ve var olmayan düşmana meydanı bırakmaya.

Yalnız bunların hiçbirini memleketin en başındaki kişi sonuçları beğenmedi diye cebimizden iki milyar lirayı (kendi kullanımıyla iki katrilyon lira) alıp yeniden seçime götürmesi için yapmadım.

Yalnız bunların hiçbirini memleket aylarca hükümetsiz kalmasın diye yapmadım.

Yalnız bunların hiçbirini ülkem ''geçici hükümet'' tarafından kan batağına götürülsün diye yapmadım. Gencecik insanlar öldürülsün, enselerine kurşun sıkılsın, öldürüldükten sonra sokaklarda çırılçıplak dolaştırılsın, sınırımda İslam adına, din adına, sürekli kendi dinindeki insanları öldüren vahşilere devletimin en başındaki kişi onların yaptıklarını maruz gösterecek şekilde konuşsun diye yapmadım.

Bunların hiçbirini memleketin en başındaki kişi elini bir tabutun üstüne koyup da cenazeyi mitinge çevirsin diye yapmadım.

Bunları daha güzel yarınlar için yaptım.

Bunları siyaset konuşsun, siyasi olarak memleketin sorunları çözülsün diye yaptım.

Silah sussun, insanlar konuşarak anlaşsın diye yaptım.

Görüyorum ki birileri boşuna çalıştığımı bana anlatmaya çalışıyor cenazeleri, yüreği yanan ailelerin acılarını kendine oy potansiyeli olarak kullanmaya çalışıyor.

Görüyorum ki memleketin en başındaki insan ''Ne mutlu şehit ailesine'' diyebiliyor. Gayet rahat bir şekilde hem de. Kendi çocukları askerliği dövizle yapmışken hem de. 

Görüyorum ki birileri ekonomik olarak batmaya doğru giden memleketimde ekonominin sağlam temellere oturtulduğunu, sorun olmadığını söyleme cesaretini gösterebiliyor. 

Birkaç ay sonra yine seçime gidiyoruz.

Bizim halkımız balık hafızalı. Birkaç basit hamleyle bugünlerde yaşananları dahi unutabilir kolaylıkla. Dikkatleri biraz farklı alanlara yönlendirilsin yeter.

Ben yine sandık başındayım. Daha büyük sorumluluk alarak okul ya da ilçe sorumluluğu mu yaparım, yoksa en büyük sorumluluğu alıp yine sandık başında birebir haksızlığı engellemeye mi çalışırım emin değilim. Bildiğim şey aksi birşey çıkmadığı sürece o seçimde de ben buradayım! Siz de bana katılın. Belki değiştiriririz bu memleketi. Kim bilir?

Fotoğraf: T24 haber sitesi. 

20 Temmuz 2015 Pazartesi

Suruç'ta Katliam Var

Suruç'ta bugün katliam oldu!

"Kime yarıyor?" diye bi soralım.

Ben söyleyeyim. AKP'ye yarıyor.

Son günlerde Cumhurbaşkanı dilinden düşürmüyor erken seçim söylemini.

Beklenen CHP koalisyonu da öyle kolay kolay olacak gibi durmuyor. Hele bugün karşılıklı suçlamalardan sonra bahane de çoğalacak. Muhsin Kızılkaya milletin seçtiği bir vekil, yani sözcü olmasına rağmen savaç çığırtkanlığı yapar gibi "Çok kısa sürede Suriye'ye benzeyebiliriz!" diye röportaj veriyor.

AKP'nin söylediği ve yaptıklarından ben şöyle dediklerini anlıyorum:

- Bu ülkeye erken seçim gerekli. Barajı geçen diğer üç partinin ikisi zaten muhalefette kalmak istiyor. CHP de bizimle uzlaşmaktan ziyade bize bazı şeyleri dikte etmeye çalışıyor. İnsanlar bu ve önceki bombalı saldırılardan sonra daha çok korkup "istikrar" devam etsin diye bize oy verince biz bu sorunu çözeriz.

Unutulan bir nokta var:

- Ülkeyi 2002'den bu yana yöneten AKP'dir.

Yani diğer bir deyişle şimdiye kadarki AKP dış politikasının bizi getirdiği nokta ortada zaten. Yakın zamana kadar insanların kafasını kesip youtube'da yayınlatan bir örgütün terör estirdiğini kabul etmeyen, sonradan da adamların kendine verdiği adı bırakıp kendine yakın medya organlarında IŞİD yerine DAEŞ dedirten bir partidir AKP. IŞİD'e DAEŞ deyince birşey değişiyor mu? IŞİD ya da DAEŞ yine bizi bize kırdırarak çalışmalarına devam ediyor.

Memleketin her yerine savrulmuş resmi olmayan bilgilere göre üç milyonu aşkın Suriyeli insan da sorunun aslında merkezinde ama pek konuşulmayan bir yanı.

Evet, Muhsin Kızılkaya'nın dediği doğru çıkabilir. HSBC bu yüzden Türkiye'den çıkıyor. Tabii haberde bahsedilen aynı neden değil ama onu da yakında göreceğiz. Türkiye gibi devasa bir pazardan çıkması için çok sağlam istihbaratının olması lazım.

Yazdıklarımdan doğrudan AKP suçlaması anlaşılabilir fakat biraz daha dikkat edilirse daha çok herkesin bildiği bilgiden çıkarımla olacağı görülebilir. Umarım öngörüm gerçekleşmez ve bu ülke insanı, erken seçim olsa dahi, doğru kararı verir! Doğru kararın ne olduğunu ise sadece zaman gösterebilir.

1 Temmuz 2015 Çarşamba

Yasama Yürütme ve Yargı


İlkokula gittiğim zamanlarda Sosyal Bilgiler dersinde ilk öğrenmiştik kuvvetler ayrılığı ilkesini. Buna göre Yasama, Yürütme ve Yargı diye üç ayrı kola ayrılmıştı kuvvetler. Yasama organı meclis idi. Yani TBMM. Yürütme organı güvenoyu almış hükümetti. Yargı ise bağımsız mahkemeler idi.

Yasama organı meclis ve bu meclisin başkanı dün ve bugün seçilmeye çalışılıyor. Partiler kendi adaylarını çıkarıp ilk iki turda da kendi adaylarına oy veriyorlar. Genel kabul gibi oldu bu durum. Üçüncü ve dördüncü turlarda ise partiler belirledikleri strateji ile yola devam ediyorlar.

Ben ilkokula giderken milletvekillerinden birilerinin aday olduğu ve sonra da meclisin bu adayları oyladığı şeklinde öğrenmiştim bu konuyu. Partilerin kendi adaylarını göstermesi son senelerde önümüze çıkan bir durum. Aslında bunun ne siyasi ahlâk ne de siyasi etik ile uzaktan yakından ilgisi yok. Yasal olarak da doğru değil. Anayasanın 94. maddesi bunu açıkça ifade etmiş:

- Siyasi parti grupları başkanlık için aday gösteremezler.

Çok basit bir nedeni var bunun: Yasama ayrı bir kurumdur. İçinde siyasi partileri barındırsa da meclis bir bütün olarak değerlendirilmelidir. Onu oluşturan partiler dışında yani. En azından başkanlık seçimi sırasında. Burada tüm partiler, her ne kadar halen daha darbe dönemi 1982 anayasası yürürlükte olsa da, bu memleketin anayasasını çiğneyerek kendi adaylarını aday gösterebiliyorlar. Hem de bu öyle gizli saklı değil, gayet herkesin, kamunun gözü önünde tüm kitle iletişim organlarında bangır bangır bağrılarak yapılıyor. Köşe yazarları sürekli yazılar yazarak çeşitli senaryoları konuşuyor.

Çeşitli defalar arkadaşlarımla konuşmalarımda Avrupa'da yaşamaktan söz edince "Orada kuralları ihlal edince çok ağır cezalar veriyorlar." diye tepkiler almıştım. Kurallar zaten hayatın düzeni için gerekli olduğu mantığı bizim memleketimiz için geçerli olmadığından sanırım bizim siyasi partilerimiz de aynı mantıkla hareket ediyorlar. Kafa doğrudan kuralları ihlal etmeye yönelik çalışıyor. Problemli olan yer burası.

Olması gereken belki de Cumhuriyet Başsavcısının ortaya çıkarak tüm partiler aleyhinde Anayasa'yı ihlal iddiası ile dava açmasıdır. Çünkü yukarıda dediğim gibi, Anayasa yasaklıyor partilerin aday göstermesini. Tüm partiler de bu suçu işliyor.

Yazıya başlarken kuvvetler ayrılığından ve bu kuvvetlerin Yasama, Yürütme ve Yargı olduğundan başlamıştım. Yasama'yı, yani meclisi partilere indirgerseniz sonuçta tek parti ya da anlaşan güçlü bir koalisyon durumunda Yasama=Yürütme olur. Bu durum da kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırıdır. Karşısında sadece 'bağımsız mahkemeler' olarak Yargı kalır. Yargı'yı da HSYK gibi kurumlarla ve buralara siyasi etkiyle sakat bırakırsanız kuvvetler ayrılığı sadece teknik bir terimden ibaret kalır.

Devlet protokolü'ne bakılınca en başta Cumhurbaşkanı, sonrasında TBMM Başkanı, daha sonra ise Başbakan olduğu görülür. Yani devler hiyerarşisinde dahi Yasama'nın başı ve Yürütme'nin başı ayrı kişiler olarak Yasama'nın başındaki meclis başkanı daha üstte olacak şekilde dizilirler.Yani demem o ki, meclis başkanlığı seçimi Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra en önemli seçimdir. Gereken özenin gösterilerek konuya yeterli önemin verilmesi bu yüzden çok önemlidir.

En azından bir partinin bu gidişata karşı dik durarak mücadele etmesi gerekiyor. Başka türlü bu gidişten çıkılması mümkün değil.

Görsel: http://images.slideplayer.biz.tr/9/2616379/slides/slide_56.jpg