6 Kasım 2014 Perşembe

AK Saray, Beyaz Ev ve Biraz Mühendislik

Yeni bitirilen AK Saray'ın devlete, yani bütçeye, yani bize maliyeti 1.3 milyar lira. Aralık 2013 ve sonrasında yaşadığımız sanal devalüasyondan (dolar 1,80 civarından bir anda 2,30'lara kadar yükselmişti) sonraki fiyatlarla dahi $580.000.000 civarı tutuyor (dolar kuru 2,24 alındı). Bunu özellikle belirtmemin nedeni inşaatın dolar kuru 1,80 civarındayken başlamış olması ve sadece sonlarında bugünkü seviyesine gelmiş olmasıdır.

Fotoğraf 1: AK Saray

Neredeyse çocukluğumdan bu yana inşaatın içindeyim. 1.3 milyar lira demek en basitinden metrekaresi 500 lira civarı olan, 100m2'si 50.000 liraya malolan 26.000 konut anlamına geldiğini söylersem sanırım konunun vehameti birazcık olsun ortaya çıkabilir.

Dubai'de Palm Jumeirah adasında yapıtığımız 1200 küsür lüks konutun inşaat maliyeti bunun yarısı kadar bile tutmamıştı.

White House, yani ABD başkanlık konutu Beyaz Ev'in fiyatı günümüzde satışa sunulsa fiyatı : $319.802.889 tutuyor. Yani günümüze göre TL karşılığıyla 716.358.471 TL. Bizimkinin yarısından biraz daha fazla.

Fotoğraf 2: Beyaz Ev

Burada karşılaştırdığımızın Beyaz Ev'in satışa çıkarılsa fiyatı ile AK Saray'ın maliyeti olduğunu da belirtmem gerekiyor. AK Sarayın arsa maliyetinin bu maliyet içinde, zaten devlet arazisi olduğundan, hesaba katılmadığını tahmin ediyorum. Ki o durumda maliyetin katlandığını belirtmem sanırım çok da gerekli olmaz.

Beyaz Ev'in maliyetini biraz araştırdığımda ise ilginç bilgilere ulaştım. Günümüz parasıyla ilk yapımı $3.229.057 olan yapının 1800 yılına göre maliyeti $232.371,83 tutmuş. İngilizler yaktıktan sonra burayı, tekrar yapmışlar. Truman zamanındaki düzenleme, ek bina vb. maliyeti ise $5,7 milyon. Günümüze göre karşılığı ise $52 milyon kadar. Bunların dışında arada tabii ki masraflar yapılmıştır fakat toplamı bu kadar tutar mı derseniz, emin değilim. Satış fiyatı bu miktarın yaklaşık 6 katı.

Bu arada unutmadan, Beyaz Ev'de kalan ABD Başkanı ile ailesinin burayı 5 yıldızlı otel gibi kullandıklarını, günde 3 öğün yemeklerinden, kıyafet vb. masraflarına, çalışanların maaşlarına kadar herşey başkan tarafından ödeniyor. Devlet bütçesinden değil. Detayları buradan okuyabilirsiniz.

Dünyanın değer olarak en pahalı konutları sıralamasında da İngiltere'nin 1837'den bu yana kraliyet konutu Buckingham Sarayı ($1,56 milyar) ile Hintli milyarderin kendisine yaptırdığı 27 katlı Antilla Mumbai'den ($1,00 milyar) sonra 3. sırada geliyor sadece maliyetiyle.

Maliyet analizi ve karşılaştırması yaparken sadece inşaat anlamında bir karşılaştırmaya gittim. WSJ'deki habere göre aynı parayla Mars'a üç uydu gönderilebiliyormuş. Yalnız buradaki belirtilen miktar 700 milyon lira. Açıklanan harcanan miktar ise bunun yaklaşık 2 katı, 1,3 milyar lira. 3 değil 6 uydu demektir bu.

Bir not daha: Türkiyede işçilerin aldığı parayla ABD'de inşaat çalışanlarının aldığı parayı da maliyetlerle ilgili hesaba katmak gerek. 1.000-1.200 lira maaş alan bir işçi ABD'de haftada 60 küsür saat çalışsa ne kadar alır derseniz, ufak bir araştırmayla ortalama saat ücretinin $14,30 olduğunu öğrendim. Haftada 60 saat yapan ve 40 saat üstüne %50 mesai ücreti alan bir işçinin haftalık kazancı $1.001,00 oluyor. En kaba hesapla bizimkilerin yaklaşık 9 katına yakın oluyor maaşları. Vergi konusundan çok emin değilim ama onu %30 bile düşsek 6,5 katı maaş yapıyor. İşin Türkçesi ucuz işçilikle birlikte dünyanın en zengin ülkesinin başkanlık konutunun maliyetini ikiye katlamışız.

Başka bir not: ABD'deki başkanlık konutu aslında onlara biraz ufak gelmesine rağmen sürekliliği simgelediği için buradan vazgeçmeyi kesinlikle düşünmüyorlar. Yani değiştirip daha büyük ve daha iyisini yapmayı. 

Mühendis olunca konuya biraz analitik ve biraz karşılaştırmalı bakmak istedim. Sonuç yukarıda işte.

(Son bir not: Zamanında 1TL ile 50kr çıkarılırken 2€ ve 1€'yu boyut, kalınlık ve tasarım (renkler) olarak birebir taklit etmiştik. Halbuki paramız boyutsal olarak eşdeğerinin değer olarak çeyreği seviyesindeydi. Şimdi sanırım AK Saray yapılırken de ana maksat adını Beyaz Ev'den alıp maliyetini katlamak şeklinde oldu diye aklımdan geçmiyor değil.)

7 Ekim 2014 Salı

Seçmeli Din ve Seçmeli Fizik Dersi Üzerine

Konu geçenlerde gündeme geldi. Velilerin isyanı vardı zorunlu din dersi ile ilgili. Din dersleri, malumunuz olduğu kadarıyla genel anlamda din dersi olmaktan çok uzak. Dersler Sunni İslam'ın Hanefi mezhebi üzerinden ilerliyor. Türkiye’de de halkın %90’ından fazlasının müslüman olması ve iktidarın ‘dindar nesil’ yetiştirme gayretleri sonucu oluyor tüm bunlar. Diğer mezhepler ve dinler ya çok yüzeysel öğretiliyor ya da hiç öğretilmiyor. Bu bir iddia olmaktan ziyade kendi geçmiş deneyimlerimden çıkarımım. 

''Dünyanın hiçbir yerinde zorunlu fizik, kimya dersinin tartışıldığını görmezsiniz. Ama din dersinin tartışıldığını görürsünüz!'' dedi Cumhurbaşkanı Erdoğan. (1) Yine aynı habere gore Milli Eğitim Bakanlığı zorunlu derslerin sayısının azaltılmasıyla ilgili acil olarak çalışma başlatmış. Gerçi başlık konuya ve içeriğe göre biraz yanlış yönlendiriyor insanı.

İlginç işler memleketindeyiz. Dünyanın hiçbir yerinde tartışılmayan bir konuyu tartışıyoruz: Zorunlu fizik, kimya derslerinin olup olmaması gerektiğini. 

Avrupa’da din adına, Hristiyanlık adına 9 tane büyük ve sayısı tartışmalı birçok küçük haçlı seferi düzenlenmiştir. Bu savaşların hiçbiri fizik ya da kimya adına değil, hepsi de din adına düzenlenmiştir. Hz. Muhammed dini yüzünden kendi yakınları tarafından memleketinden kovulmuş, sonrasında islama inananlar için savaşarak tekrar memleketine dönmüştür. Okulda öğretilen bilim dersleri yüzünden değil. Özellikle Ortadoğu’da defalarca cihat ilan edilmiş ve bu uğurda yüzbinlerce insan ölmüş, öldürülmüş, katledilmiştir. İnsanlar kendi üzerlerine bomba bağlayarak kalabalık, düşmanı olduğu insanların arasında üstündeki bombaları patlatarak intihar etmiştir. Din adına intihar bombacısı olmuştur. Fizik, kimya değil. Hele de matematik adına hiç değil.

İnsanlar en gelişmiş denen toplumlarda dahi tarikatlar oluşturmuş, hatta toplu intihar edenler bile olmuştur. Din adına, inanç adına yapılmıştır bunların hepsi. Newton’un hareket konusundaki üç yasasının doğruluğunu ispata çalışmak amaçlı yapılmamıştır bu intiharlar. Ki intiharların sonucundaki dağılmalar enerjinin korunumu prensibini doğrular niteliktedir.
Yöneticiler fizik kanunlarını kullanarak ülkelerini yönetmek ve düşmanlarını alt etmek konusunda çalışmışlardır. ABD 2. Dünya Savaşı’nı bitiren hamleyi yapıp bilim insanlarına atom bombası fikrinin gerçekleşmesini istemiş ve yapılan çalışmalar sonucunda bu görev başarılmıştır. Bilim insanlarına verilmiştir bu görev, din adamlarına, din görevlilerine değil. Çünkü atom dua edilerek değil, ancak bilimle parçalanabilirdi. 

Din, insanları yönetmek amaçlı olarak binlerce yıldır kullanılmıştır. Bilim değil. Bilim ilerleme, gelişme için kullanılır. Değişmez kişiye göre. Türkiye’de öğretilen eylemsizlik prensibi Guatemala’da öğretilenden farklı değildir. Ya da Singapur’da öğretilen akciğerin görevleri, Kuala Lumpur’da öğretilenden farklı değildir. Yerçekimi ivmesi deniz seviyesinde artarken rakım yükseldikçe azalır. Kişiden kişiye değişmez ama. Bana göre 9.83m/s2 iken bir başkasına göre 10m/s2 olmaz. Kişiye ya da fikre göre değişmez fizik kanunları. Kimi fizik kanunları zaman içinde farklı bilim insanları tarafından yalanlanabilir ya da kimi teoriler kanıtlanabilir. Fakat buradaki değişiklikler kişiye göre değişen olgular değildir. Bu kanunları bulan kişilerin kullandıkları yöntemlere, ellerindeki teknolojik imkanlara ve bilimsel yetkinliklerine göre belirlenir. Einstein Newton’un hareket kanunlarını atomaltında geçersiz kılmıştır, klasik fizikte değil. Diğer açıdan değil İstanbul’da öğretilen İslam ile Mekke’de öğretilen İslam arasındaki fark, Türkiye içinde iki komşu şehirde, hatta iki farklı camiide ya da iki farklı Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmeni tarafından öğretilen din bile birebir aynı değildir.
Dünya üzerinde şimdiye kadarki en kanlı savaşlar hep ya din adına ya da ırk adına olmuştur. Galileo engizisyon mahkemesi tarafından dinin öğrettiği bilime karşı olan çalışmaları ve söylemleri nedeniyle ölüme mahkum edilmiştir. Din geçmişte de insanları yönetmek amaçlı kullanılan bir güç olmuştu. Şimdi aynı amaçla kullanılıyor. Gelecekte de insanları yöneten bir güç olacaktır. İnsanlara fizik kanunlarına inanıp savaşmalarını söyleyemezsiniz. Şimdiye kadar hiç kimse bilimle alakalı olarak savaşmamıştır. 

Geçmişte, lise 3. sınıfta tüm derslerim 5 olmasına rağmen Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersim 1 gelecekti. Sınavda ne yazarsam yazayım yine de sonuç değişmiyordu. Hep 25-40 arası not alıyordum. Baya bi zorlama sonucunda 2 gelmişti karneme. Onca 5’in arasında biri 2’ydi. Dualar ezberletilirdi. Hem de uzun dualar. Ortaokuldayken Ayet-el Kürsi’yi ezberlemeden sınıfı geçemiyorduk. Mesele beceri meselesi değildi. Mesele din gibi oldukça kişisel bir olgunun zoraki öğretilmeye çalışılmasıydı. Kardeşlerimin de hepsinin başına geldi bu geçmişte. Bilmediğin dilde bir duanın zorla ezberletilmesi bana oldukça adaletsiz geliyor. Hele de aynı dine inanmayanların da buna zorunlu kılınmaları.

(1) http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/egitim/125669/Hepsi_gidecek_din_dersi_kalacak.html 

1 Ekim 2014 Çarşamba

Sadakat ve Siyaset


Birkaç gün önce farketmiştim bu pankartı. İlginç gelmişti. İlginç gelmesinin asıl nedeni oradaki bir kelime: Sadakat. Sadakat önemli bir erdemdir. Bir erkeğin ya da kadının eşine, sevgilisine sadık olması mesela. Bir kişinin aile değerlerine sadık olması başka bir örnek olabilir. Yurtdışına gitmiş, orada yaşayan birinin kendi kültürüne sadık kalması, bulunduğu şehrin baştan çıkarıcılığından bu şekilde korunması mesela. Sıfırdan çok zengin olan bir insanın özüne, doğup büyüdüğü yere sadık kalması ve orası için birşeyler yapması da örnek olabilir. Yalnız bir siyasi figüre sadık olmak! Orada sorularım var işte.

Bir kişinin eşine sadık kalması demek o kişinin eşini aldatmaması, eşine yalan söylememesi şeklinde açıklanabilir. Fakat eşinin her yaptığını kabul etmesi ya da eşinin her dediğini sorgulamadan onaylaması anlamına gelmez. En azından benim aklıma gelmiyor böyle şeyler. Çünkü her insan hata yapabilir ve hatanın yapıldığı zaman kişiye bir şekilde söylenmesi gerekir.

Siyasette sadakat bana çok da uyan bir kavram değil. Son senelerde gerçi siyasi olarak o kadar uç görüşler oluşmuş durumda ki, birçoğu için 'Ya bizdensin ya da onlardan!' anlayışı sağlam şekilde yerine oturmuş durumda. Bunun bir örneği 'Yetmez! Ama evet!' dediğimiz zaman ortaya çıktı. Ya da geçenlerde Sezen Aksu'nun bir konuşmasında iktidarı eleştirmesinde. İktidarın bazı icraatlarını desteklediğinde hemen iktidar yanlısı kabul edilip sonrasında eleştirdiğinde de fikrinden döndüğü söylendi.

Peki gerçekten de herşey bu kadar basit mi? Yani ya birinden ya ötekinden olmak. Bu mudur yani olay? Kendi doğrularım olamaz mı benim? Bir birey olarak kendi doğrularıma göre karar verip onlara uygun şekilde oyumu kullanamaz mıyım? İllaki bir partinin dediğini mi yapmak zorundayım? Bu sorulara en güzel cevabı sanırım cumhurbaşkanlığı seçimleri verdi. İddia edilene göre MHP seçmeninin 1/3'ü Erdoğan lehine oy kullandı. Bunun pratik anlamı şu: Oy verdiğim parti benim görüşlerime uygun bir aday belirlemezse ben de istediğim gibi oy kullanırım! Gerçekten de bu iş bu kadar basittir. İnsanları A, B, C diye gruplandır önce. Sonra da birkaç siyasetçi istediğini yapsın, istediği adayı çıkarsın, istediği gibi at koştursun. Seçmen de sorgusuz sualsiz partisine oy versin. Futbol takımı tutmak gibi değil ki bu!


Yukarıdaki pankartı bu ve benzeri nedenlerle eleştiriyorum. Siyasette sadakat olmaz. Bazı konularda desteklediğin partiyi/kurumu takip edersin. Fakat kendi görüşlerine uymayan faaliyetlerinde de eleştirirsin. Sadık olmaya kalktığın zaman durum değişir. Hitler'in Almanlar'ı geliştirip Almanya'yı ilerleteceğine dair konuşmaları ve aksiyonları sonrası Yahudileri soykırımdan geçirmesine benzer bu. Partini takım tutar gibi desteklersen, liderine yanlış yapmaz gibi bakar, yanlışlarına göz yumar ve olduğu gibi kabul edip itaat edersen, sonra iktidar şehrine/ülkene ihanet ettiğinde sen de şehrine/ülkene ihanet etmiş olursun. Hem belediye başkanları için hem de başbakanlar için aynı şekilde geçerlidir.

24 Eylül 2014 Çarşamba

Yeni Milletvekili Seçilme Kriterleri



Evet, milletvekili seçilme kriterleri başlık. Şimdi de yeni, olmasını önerdiğim kriterleri açıklıyorum:

1- En düşük 15 yaşında olsun.
2- Hayatında okuduğu kitap sayısı 15 yaşındaki için 200 adet, ondan sonrakiler için ise= 200+(şimdiki yaşı-15)x12 olsun.
3- Düzgün dilekçe yazabildiğini son 3 sene içinde verdiği eski dilekçelerle kanıtlasın.
4- Türkçe'yi düzgün kullanabildiğini eski konuşmalarıyla kanıtlasın.
5- 21 yaş üzeri adaylar için en az 2, 21 yaş altı için ise en az bir yabancı dili iyi derecede konuşup anlayacak seviyede dil bilgisi olsun.
6- 30 yaş üstü adayların en az yüksek lisans derecesi olsun. Yüksek lisans derecesi olmayanların neden yapmadıklarına dair bir yazı yazıp onay almaları gereksin.
7- Irkçı olmadığına, ırkçı düşünmediğine dair ırkçılığın ne olup ne olmadığını içeren en az 1 adet A4 kağıdı dolduracak şekilde yazı yazsın (bu yazı insan hakları konusunda uzman akademisyenler tarafından değerlendirilecek ve 10 üzerinden 9'dan düşük alanlar başvuru yapamayacaklar).
8- Kadın-erkek dengesi kadın lehine %50'nin altına düşmeyecek şekilde olsun.
9- Milletin vekili olacaklarına,vekili olduğu halk yanına gittiğinde saygıdan ayağa kalkacağına, bunları yapmadığında kendisine otomatik olarak kamu davası açılacağı ve ödeyeceği tazminatın vekili olduğu halka harcanacağına dair usülü kabul etsin.
10- Vekillik süresinin en az yarısını vekili olduğu şehirde, seçmeniyle geçirsin.
11- Vekilliği süresince meclisteki oturumların en az %90'ına katılsın. Bu oranı tutturamayanlar seçmeninin onaylayacağı mazereti olmaması durumunda milletvekilliğinden atılsın.
12- Her 6 ayda bir seçmeninin seçilen vekil hakkında güven oyu kullansın. Güven oyu alamayan vekillerin vekilliği otomatik olarak düşsün ve yeni yerel seçimle yeni bir vekil seçilsin.
13- Vekiller herhangi bir şekilde suç işlediklerinde normal vatandaşların 2 katı daha ağır ceza alsın.
14- Herhangi bir şekilde vekilin bu görevi kendi menfaati için kullanması halinde vekilliği aklanıncaya kadar otomatik olarak düşsün. Menfaat için görevini kullanan vekillerin mal varlığına menfaati oranında el konsun. Yani vekillerin herhangi bir şekilde kürsü dokunulmazlığı dışında dokunulmazlığı olmasın.
15- Vekil adayları kendi bölgelerinden diğer adaylarla karşı karşıya bölgenin sorunlarıyla ilgili halkın önünde, aynı zamanda canlı olarak da yayınlanacak münazaralara katılsınlar ve niye seçilmeleri gerektiğini anlatsınlar.
16- Vekil adaylarının seçildikten sonra herhangi bir şekilde vekillik dışında iş yapmamaları, sadece milletin vekili  olacakları sağlansın.
17- Vekil maaşları öğretmen maaşlarıyla aynı olsun.

21 Ağustos 2014 Perşembe

Son Dönem Siyasetine Dair - Kafalardaki Bölünme

Bir senede iki önemli seçim geçirdik. İlki 30 Mart'ta yapılan yerel idareler seçimiydi. Diğeri ise 10 Ağustos'taki Cumhurbaşkanlığı seçimleri. Geçti gitti ikisi de.

Geçti de nasıl geçti? Darmadağın ederek geçti. Bugün bir arkadaşımın paylaşımını gördüm.

Sevdiklerinizle siyaset yapmayınız.
Zira; siyaset dostlukları zedeler.
Siyasetçiler yollarına devam ederken;
Siz dostlarınızı yitirdiğinizle kalırsınız.  

Aristoteles

Ünlü filozof demiş bu sözü. Sevdiklerinizle siyaset yapmayınız diye. Boşuna da dememiş. Son birkaç senedir devam eden bir durum var. Bu durum Gezi'yle birlikte iyice ayyuka çıktı. Büyük oranda siyasetçilerin kışkırtmalarından kaynaklanmasına rağmen geçmişi çok daha eskiye dayanan bir kavga yeniden ortaya çıktı. Seksenler dizisini izleyen varsa bilir, solcu ile sağcı birbiriyle doğru düzgün konuşamayan iki grup. Sürekli kavga ediyorlar. Hatta kavga bazen silahlı olunca birbirlerini öldürmeye kadar gidiyor. Neden ise tamamen siyasi. Bir taraf solcu, diğer taraf sağcı. Şimdi ortaya çıkan durum ise AKP'li ve diğerleri gibi ayrılabilir. Gerçi diğerleri derken AKP'nin ne yanında ne karşısında olanlar da yok değil. Mesela kesinlikle AKP'ye oy vermem diyen grupla kesinlikle CHP'ye oy vermem diyenlerin oranı yaklaşık %40 seviyelerinde iki taraf için de. Bu oran çok ciddi bir oran. Hele de son anketin söylediği halkın %31'inin AKP'li biriyle evlilik yoluyla akraba olmak istememesi olayın boyutunun ne kadar ciddi olduğunu gösteriyor. Toplumdaki ayrışmanın, bölünmenin ne seviyelerde olduğunu yani.

Siyah birinin bir beyazla ya da beyaz birinin bir siyahla evlilik yoluyla akraba olmak istememesi dendiğinde zaten karşındakinin ten renginden dolayı ayrımı kolay yapabileceğin için ayrım çok rahat yapılabilir. Fakat sokaktaki herhangi bir kişinin hangi siyasi görüşte olduğunu doğrudan sormadığın ya da siyaset konuşmadığın sürece anlaşılabilecek bir konu değil ki. Düşünün, iki kişi tanışmış, birbirlerini sevmiş ve evlenecekler. O zamana kadar da siyaset konuşmamışlar hiç. Ailelerle de konuşulmamış. O arada tam evlenmelerine birkaç gün kalmış, bir siyasi tartışma yaşanıyor ve taraflardan birinin AKP'li olduğu ortaya çıkıyor. Diğer taraf da AKP karşıtıysa gelin manzaraya bakalım. Sevgi mi yoksa siyasi görüş mü? Müthiş bir ikilem. Taraflar birbirini sevse de, evlenseler de, aileler yine de buna karşı çıkıp devam etmesini engellemek isteyebilir..

Toplumda, özellikle son seçimden sonra, iki birbirine taban tabana zıt görüş oluşmuş durumda. Bir grup Türkiye'nin bittiğini, şeriata doğru gittiğimizi, artık demir almak vakti geldiğini düşünüyor. Diğer grup ise 12 senelik iktidardan sonra başkanlarının cumhurbaşkanı olmasını kutluyor. Spor karşılaşmalarında yenilen taraflar bir şekilde kazanan tarafı tebrik eder ve centilmenlik gösterirler. Siyaset ne kadar spor karşılaşmasına benzetilebilir, bilmiyorum, ama bu durumu göremiyoruz. Yani yenilen tarafın eksiklerinin muhasebesini yaparak bir sonraki seçime çok daha güçlü girme çalışması içine girmesi gerekirken tam tersine "Yenilmedik, ayaktayız!" imajı vermeye çalışıyor. Bu arada toplumun niye Erdoğan'ı seçtiği, alternatif adayın yeterince doğru bir aday olup olmadığı, ya da bundan ders çıkarmak kimsenin aklına gelmiyor.

Seçim sırasında aynı salonda görevli olduğumuz bir kadınla sohbet etme imkanı bulduk uzun uzun. Kendisi AKP'liydi anladığım kadarıyla. Doğrudan sormadım tabii. Gezi'nin ortalığı yakıp yıkma gibi olduğunu düşünüyordu. Biraz geçmişten, 2000'in başlarındaki başörtülülerin üniversitelere alınmaması sonrasındaki yaşanan olaylardan, protestolardan bahsettim. Fakat o sırada farklı birşeyi daha farkettim: Ben de AKP'li ya da kesin karşıtı olmamama, hatta AKP karşıtlarıyla pek çok zaman tartışmış ve görüşlerini kabul etmediğimi söylemiş olmama rağmen karşımdaki AKP destekçisi olduğu için onunla tartışmakta biraz zorlandım. Bunun en temel nedeni sanırım benim gün gibi açık ve net olduğunu düşündüğüm konulara onun bambaşka bir açıdan baktığını görmekti. Bu durum benim için gerçekten de çok acı. İnsanlarla konuşma, tartışma yeteneğimi kaybediyor olduğumu anladım. Daha ılımlı olup karşımdakini anlamaya çalışmam gerektiğini bir de.

Seneler önce Emre Kongar'ın derslerinden birinde adam şunu söylemişti: Siyaset hayatın ta kendisidir. Siyasetle ilgilenmiyorum demek hayatla ilgilenmiyorum demekle eşdeğerdir. Siyasetle ilgilenmek lazım, derinlemesine hem de. Yalnız bunu kendi aramızdaki tartışmalardan ziyade sivil toplum örgütleri ile, onların üzerinden ya da doğrudan siyasi kurumlara üye olarak yapmak gerek. Bu sırada da diğer insanların sizin tam tersiniz gibi olayları görebileceğini öngörerek onların niye öyle düşündüklerini anlamaya çalışmak lazım. Diğer türlü olunca o AKP'li ile akraba olmak istemeyen %31'lik oran yakın zamanda ciddi anlamda artabilir.

12 Ağustos 2014 Salı

Cumhurbaşkanlığı Seçimleri Sonrası

Geçen seçimlerde aldığım bir karardı bu, bundan sonraki tüm seçimlerde müşahit olarak katılmak seçime. Bu sefer de aynı şeyi  yaptım ve seçim gönüllülerinden oldum. Yalnız başlamadan söylemem lazım, bundan sonraki seçime bir şekilde görevli olarak gitmeyi düşünüyorum, mümkün olursa. Nedenini birazdan açıklayacağım.

Oyveötesi güzel bir oluşum. Gönüllülerden oluşuyor. Ben de bu seçime yine bir Oyveötesi gönüllüsü olarak Selahattin Demirtaş müşahit kartıyla katıldım.

Sabah 5.03 ve ilk alarm çaldı. 5.11 ve ikinci alarm. Kalktım ve hazırlanmaya başladım. 6.30 gibi ancak Zincirlikuyu'da olduğum için geç kalmamak adına yolun devamını taksiyle gitmeye karar verdim. Çünkü çuvalların açılış zamanı olan 7.00'i geçirmek istemiyordum. Normalde Beşiktaş Sakıp Sabancı Anadolu Lisesi'nde gönüllü olacaktım. Fakat son anda gelen bir avukatla yer değişikliği talebinden dolayı yeni yerim olan Zeki Kalkavan Anadolu Denizcilik Teknik Lisesi'nde gönüllü olmayı kabul ettim. Çünkü işin sonunda bu gönüllü yaptığım bir işti ve nerede olduğumun çok da önemi yoktu.

06.45 gibi daha önceden gelen arkadaşlarla buluştuktan sonra gruptan bir arkadaşın tavsiyesiyle manzaraya baktım ve İstanbul'a bir kere daha aşık oldum. Güneş Boğaziçi Köprüsü'nün arka tarafından doğmaya çalışıyordu ve ışık harikaydı.

Görevli olduğum sınıfa geçince sandık başkanı oyların kullanılacağı 8.00'den önce içeri girmememi söyleyince önce şaşırdım. Niye böyle birşeye ihtiyaç duyuyor diye düşündüm. Fakat polemik yaratmak istemediğimden dolayı oralarda oyalanmaya devam ettim. Diğer salonlarda bizim gruptan arkadaşların sandığın hazırlanması, pusula ve zarfların sayılması konusunda çalıştıklarını gördüm. Bu arada da okul sorumlumuzla sohbet ettim. Görevlilerin büyük kısmının kadınlardan oluşması bana biraz ilginç gelmişti. 30 Mart seçimlerinde durum daha farklıydı. Sayılar erkekler lehine biraz daha fazlaydı hatırladığım kadarıyla. Öğrendiğim kadarıyla o civarda, Beşiktaş'ta, bazı okullarda doğru düzgün erkek bile yokmuş. Bizim okulda yine de erkekler var dedi. Belki Beşiktaş'a özeldir bu durum. Bilmiyorum. Bildiğim, orada anladığım birşey varsa o da kadınların (bayan değil) demokrasi kültürüne erkeklerden çok daha fazla sahip çıktığı ve değer verdiğiydi. Bunu Gezi döneminde görmüştük. Şimdi tekrar kadınlar ön plana çıkıyor. Bu gerçekten de umut verici..

8.00'e kadar oyalanırken boğaz manzarasının birkaç fotoğrafını çekmeden duramadım tabii. Manzara fotoğrafını çok tercih etmememe rağmen orada çekmesem olmazdı diye düşünüyordum. Çünkü İstanbul tüm güzelliğini sabah sabah gözler önüne sermişti bir kere daha. Sabahın daha o erken saati olmasına rağmen, hatta 7.00'den sonra insanların gelmesi biraz hızlandı gibi. Görevli zannediyordum ama meğerse oy kullanmaya gelenlermiş bir kısmı. Bir kısmı yoğunluk olacağını tahmin etmiş, o yüzden erkenden gelmek istemiş. İşten çıkıp gelen biri bile vardı orada..

İşte başlarken güne manzaramda bu vardı :)

Oy kullanımının başlamasıyla birlikte görev yerime geçip izlemeye başladım insanları. Bazen salondan çıkıp koridorda dolanıyor insanlara bakıyordum. Gelenlerin çoğunluğu yaşlı insanlardı. Birkaçı bir taksiye ortak binmiş ve oy kullanmaya gelmişlerdi. Yaşlı olanlar ağırlıkla giriş katında oy kullandırılmasına rağmen üst katlara da çıkmak zorunda kalan çok vardı. Bazılarının bu durumdan şikayetçi olduklarına kulak misafiri oldum. Merdivenleri çıkmakta bile zorlanan insanların yanı sıra gençler de geliyordu. Yalnız sayıca oldukça az. Birçok yaşlı insanın yanında çocuğu olduğunu zannettiğim yine orta yaşın üstünde insanlar vardı. Ağır ağır çıkılıyordu o merdivenler. Tek bir amaçla: Vatandaşlık görevini yerine getirmek için oy kullanmak. Bu bir lütuf değildi, görevdi. Onlar da bunun en çok farkında olanlar.. Bu görevin yapılmaması durumunda neler olabileceğini yaşamış ve görmüş olanlardı.

Saat 8.28 gibi başka salonlardan birindeki bir sandık görevlisi bizim salona gelip kendisine su götürülmediği için su istedi. Bir de kendisine su götürülmemesini bize şikayet etti. Anlamadık niye böyle bir şikayet yaptığını ama suyu verdik tabii ki. Sanırım görevli birilerinin kendilerine hizmetle yükümlü  olduğunu zannediyordu. Zaten binanın girişinde, daha ilk geldiğimizde, köşede ikili paketlenmiş poğaça, meyve suları ile su vardı ve her gelene ikram ediliyordu. Hangi partiden, organizasyondan olduğu sorgulanmadan. Başında CHP'den bir görevli vardı. Bıyıklı ve sonradan memleketlim olduğunu öğrendiğim bir görevli. Hatta bir ara biraz konuşunca neredeyse akraba çıkacaktık :)  Bizim büyüklerin arkadaşlarındanmış.

Oy kullanma ciddi anlamda sakin geçerken ben de kendi oyumu kullanmak için Tuzla'ya doğru yola çıktım 9.45 gibi. Yol uzun. Seçim sonuçlarına yetişmek gerektiği için erken çıkmak daha doğru olacaktı. Sabah doğrudan orada oy kullanıp dönmeyi de düşünmüştüm ama bundan vazgeçtim ilk çuvallar açıldığında orada olamayacağım için. Önemli bir görevdi bu benim için.

Tuzla'ya giderken vapurla Üsküdar'a geçtim önce. Sonra Marmaray'a ilk defa, tek duraklığına bindim ama bu benim yaklaşık 40dk zamanıma yol açtı. Sonrası biraz uzun sürse de Tuzla'ya gittim, oy kullanır kullanmaz da hemen geri döndüm. Şansa minibüs önüne kadar gidiyordu ve otobüs de önünden kalkıyordu okulun. Dönmem 14.10'u buldu Tuzla'dan.

Vardığımda bir çiftin bizim sandıkta oy kullanmış, fakat adlarının bizim sandık listesinde olmamasından dolayı oylarının sayılıp sayılmaması, sayılmayacaksa nasıl bir yöntem izleyeceği konuşuldu. Sonunda, yasada da belirtildiği şekilde, fazla çıkan oyların rastgele tüm oylar arasından seçilerek yakılması çözümüne ulaştık.

142 dokümanı, yani resmi görevlilerin (çoğunlukla polislerin) istedikleri sandıkta oy kullanabilmeleriyle ile ilgili bir soru vardı. Bazı 142 belgeli insanların birden fazla sandıkta oy kullandıkları ve bunun önlenmesi için hepsinin tek sandığa yönlendirilmesi ve o sandıkta da 142 belgesinin arkasının imzalanarak ve mühürlenerek oy kullandığının belgelenmesi ve başka sandıklarda da oy kullanımının engellenmesi yönünde karar aldık. Ki bunlar konuşulurken bir kişinin ailesiyle birlikte gelmesi, onlara oy kullandırıp gitmesi sonra belgeyle oy kullanmaya çalışması gibi bir durumlar da karşılaştık ama neyse ki durum çabuk çözüldü. Geçen seçimlerde tek bir 142 belgesiyle 16 farklı yerde oy kullananları bile duymuştuk çünkü.

Bu arada orada tanıştığım bir arkadaşla birlikte farklı sandıklara da gitme konusunda anlaştık. Kendisine, sırf başı kapalı olduğu için, halen daha, o seçim alanında bile, ayrımcılık yapıldığını söylemişti. En sevmediğim şeylerden. Gittik önce bir salona. Bizim gönüllülerden bir arkadaş su ısıtıcısı ve 5lt'lik suyuyla, kurabiyeleriyle ve hatta fanıyla gelmişti sandığına. Sınıf ufak olmasına rağmen bir köşeyi kapatmış, sandık görevlilerine ve gelen bizim gibi misafirlere çay ikram ediyordu. Misafirperverlik en üst seviyede, moraller gayet güzel sohbet ettik biraz oradaki arkadaşlarla. Hepsi kadındı o sandıktaki. Güzel bir sohbetti. İnsanlar gelmişler sabah sabah görevlerini yapmak için. Sonra diğer bir sandığa geçtik. Orada da aynı şekilde görevlilerle sohbet devam etti. Hatta bizim arkadaşlardan biri orada sandık görevlileriyle birlikte oturuyordu. Sonrasında sandığımıza döndük tabii. Yarım saatten fazla Türkiye'de olup bitenle ilgili konuştuk. O ayrı bir yazı konusu yalnız.

Saat 17.00'de sandığı kapatıp sayım için ön çalışmalara başladık. Sandık başkanı, neden olduğunu bilmiyorum, her önerimi, her talebimi, her bilgi isteğimi yaptıkları işe müdahale olarak gördüğü için arada çok az da olsa ortamın gerildiği oldu. 30 Mart seçimlerindeki sandık başkanımız önerilere ve taleplere açık olduğu için rahat çalışma imkanı bulmuştuk.

Sayıma başlamadan önce toplam sayı iki adet fazla çıktığı için (yanlışlıkla bizim sandıkta oy kullanan çift yüzünden) zarflardan rasgele ikisini (birini ben diğerini de diğer müşahit arkadaş) seçip orada, herkesin gözü önünde, zarfları açmadan yaktık. Maksat herkesin kabul edebileceği adil bir yaklaşımdı çünkü.

Sayım için iki müşahit ile iki de görevli çalıştık. Ara ara, ikinci sayıma gerek kalmaması için, toplamlarımızı teyit ediyorduk. Teyit için Selahattin Demirtaş ile Recep Tayyip Erdoğan'ın oylarının diğer çetele tutan arkadaşlarla tutması asıl önemliydi. Çünkü zaten ağırlıklı olarak oylar Ekmeleddin İhsanoğlu'na geliyordu. Sayım sırasında bir kere bir oy Recep Tayyip Erdoğan'a gelmiş olmasına rağmen sayımı yapan sandık başkanı yanlışlıkla Ekmeleddin İhsanoğlu deyince yanımdaki arkadaş uyardı ve sayımı düzelttik. Sayım bittiğinde sonuçların tutanaklara geçirilmesi gerekiyordu ve bunun için hemen gönüllü oldum. Karbon kağıtla bu işin yapılmasının çok da doğru olmayacağını düşündüğüm için 3 ya da 4 tutanağı kendim doldurdum. Çuvaldan çıkan 8 tutanağı diğer arkadaşlarla yardımlaşarak doldurduk. En başta yapılan sayım sırasında sayılan zarf ve oy pusulası son sayımda da tutunca sorun olmadı. Geçersiz oy kullanılmadığından temiz bir sandık teslim etmiş olduk.

Kendi sandığımdaki sayımı bitirdikten sonra oylar toplandı ve sandık başkanı ile bir arkadaş daha sayılan oyları YSK'ya götürmek amaçlı olarak emniyetin aracına gittiler. Oylar, çuvala konduktan sonra, polis eşliğinde salondan çıkarılıp emniyetin midibüsüne götürüldü. Ben de ondan sonra önce yan sandığa gidip oradan ıslak imzalı tutanağı alarak diğer sandıkları gezdim. Daha önce görevlilerle birlikte oturuyor olduğunu söylediğim arkadaşın olduğu sandıkta biraz gerginlik vardı. Sandık başkanı oldukça gerilmiş, tüm görevlilerle müşahitler de aynı gerginlikle son çalışmaları yapmaya çalışıyorlardı. O arada suyun yatıştırıcı gücünü kullanmak için oradaki görevlilere su ikram ettim. Az da olsa işe yaradı sanırım. Yalnız ıslak imzalı tutanağın verilmesi konusunda çok da yardımcı olmaya çalışmayan başkan tutanaklar yetmeyince fotokopi çekilmesini ve onları imzalamayı kabul etti. Fotokopiler gelince ise bunun yasal olmayacağını savunup tutanak fotokopilerini imzalamayı kesin bir şekilde reddetti. Orada bulunan herkesi aşırı şekilde geren bu hareketinden sonra bu tutanağın da bir şekilde yeterli olacağına müşahit arkadaşı ikna edip oradaki görevimizi tamamladık. Bu arada görevlilerden okul öncesi bir öğretmen olan Gül hala ile biraz sohbet ettik. Dünya tatlısı biri olan bu insan ile kısa bir sohbet sonrasında diğer bir sandığa geçtim. Hepsini hallettikten sonra ise artık gönlüm rahat olarak diğer arkadaşlarla buluşmak üzere Ortaköy'e geçtik.
Az biraz flu çıksalar da bizim ekibin bir kısmı böyleydi işte :)

Bu seçimde en çok gözüme çarpanlardan biri kadınların hem oy kullanmak, hem gönüllü hem de görevli olarak seçimde en aktif rolleri üstlenmeleri oldu. Yaşlı, yürümekte bile oldukça zorlanan insanların oy kullanmak amaçlı olarak sabahın erken saatlerinden itibaren kimisi taksiyle, kimisi yürüyerek okula gelip oy kullanmaları ayrı bir güzellikti. Gençlerin katılımlarının zayıf olması fazlasıyla üzücü ama bir o kadar da düşündürücüydü. Oy kullanmaya gelen bir kadının "Geçen seçimde hırsızın karşısına hırsızı çıkardılar. ...... de bir hırsız. Mecbur kalıp ona oy verdik. Bu seçimde de İslamcı aday çıkardılar. Mecburen ona oy verdik. Bir dahakine ne yapacaklar?" demesi Fransa'da aşırı sağcı adayı yüksek oranda oy almasından dolayı insanların Jacques Chirac'a oy kullanırken plastik eldiven kullanmasını aklıma getirdi. Kerhen oy kullanmak zorunda olmak, halkın, partilerin tabanının tercih etmeyeceği, etmediği kişiyi aday göstermek nereye kadar devam edecek acaba? Aklıma gelen son ve belki de en önemli not belden aşağısı felçli bir vatandaşın oy kullanmaya gelmesiydi. 1. katta oy kullanacaktı ve 1 saat aşağıda bekletilmişti. Sonra, engellilerin kullanımına hiçbir şekilde uygun olmayan okulda orada bulunan diğer vatandaşların yardımıyla üst kata taşınmıştı ve oy kullanmıştı. O kişinin oy kullanmak için bunca zorluğa göğüs germesi oyunu kullanmayan, tatilinden ödün vermeyen, gençlerin yoğunlukla yaşadığı Beşiktaş'ta katılımın %70 civarında kalması oy kullanmayanların şikayet hakkının olmadığını bir kere daha gösteriyordu. Aynı zamanda demokrasi kültürüne ve devlete güvensizliği de..

Son bir not: Resmi görevli olarak bundan sonraki seçimde görev almayı istememin nedeni ise müşahit olarak, gönüllü olarak bu işin içinde yer almak her ne kadar çok değerli ise de bu vatandaşlık görevinizi yapmak isterken zorluk çıkarılabiliyor karşınıza. Fakat görevli olursanız durum değişiyor. Müdahale etme yetkiniz ve hakkınız oluyor. Adaletli davranmayı çok daha kolay ve etkili başarabiliyorsunuz o durumda.

1 Ağustos 2014 Cuma

CEHAPE Zihniyeti 101

Politikayla kendi çapımda ilgilenen biriyim aslında. Yalnız bazı şeylerin de artık farkına varılması gerektiğini düşündüğüm için birkaç gündür aklımda olan bazı konuları birleştirip bu hükümetin uzun zamandır kullandığı 'CEHAPE Zihniyeti' olgusundan benim ne anladığımı biraz anlatmak istiyorum.

Öncelikle sondan başlarsak konu cumhurbaşkanlığı seçimleri. O kadar çok yanlış var ki, neresinden tutsan elinde kalıyor ne yazık ki. En başta da 20 milletvekilinin imzasının gerekmesi konusu başlı başına bir sorun bence. Vatandaş seçecekse milletvekilleri niye işin içine giriyor? Ben niye aday olamıyorum bireysel olarak? Bu ve benzeri sorular aklımı kurcalıyor. Yalnız buradaki asıl konu, benim için, çatı adayı belirleme kriterleri. Neye göre belirlendi bu çatı adayı?

CHP ve MHP açısından bakınca rakip olacak aday Recep Tayyip Erdoğan tabii ki. Diğer bir aday da HDP'nin adayı olabilir diye düşünüldü. Elimizde bu durumda çatı adayı ile birlikte 3 aday olacaktı. Bu çatı adayının ana oy kitlesine bakınca tabii ki CHP'nin seçmeninin tamamına yakını diye düşünüldü. Alternatif yok çünkü. Parti kimi çıkarsa ona oy verilecek. Sevseler de sevmeseler de. MHP peki? MHP seçmeninin de ezici çoğunluğunun CHP'nin kerhen oy vereceklerinin aksine partiye bağlılıktan oy kullanacağı öngörüldü. Peki bu durumda başka kimden oy alınabilir? HDP'nin seçmeni tabii ki. Fakat onlar ciddiye alınmadı. Erdoğan'ın karşısındaki adaya her halükarda oy verecekleri düşünüldü belki biraz daha. Asıl burada hedef başka. Hedef Erdoğan'ın seçmeninin oyları tabii ki. Nasıl bir aday çıkarmak lazımdı peki? Tabii ki görüş olarak Erdoğan'a benzer fakat daha güvenilir ve alternatif olabilecek bir aday. Asıl hedef CHP ya da MHP'nin seçmeninden oy almak değil. Çünkü onlar çantada keklik. Mecliste temsil edilmeyen diğer partilerin ise bir şekilde destekleyecekleri tahmin edilmişti. İstenen Erdoğan'ın seçmeninden bir nebze oy alabilmek. Burada yok sayılan onmilyonlarca seçmen var.

Benzer yaklaşım daha önce yapıldı mı? Evet. Yerel seçimlerde yapıldı. Erdoğan'a benzeyen, Şişli'yi kulelerden, binalardan geçilmez hale getiren belediye başkanı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adayı olarak sunuldu. Güçleri birleştirelim çağrıları sonuçsuz kaldı. Bizde birleşelim dendi. 'Tatava yapma, bas geç!' dendi. Yani insanların görüşleri yok sayıldı ve oy vermeleri beklendi. Sonuç: Hüsran. Hem de çok ağır hüsran. Nedeni ise hükümetin ve başbakanın her zaman 'biz ....'yi de biliriz' tavrının sözsüz versiyonu. Biz ....'yi de biliriz demiyor da, onu uyguluyor sadece. Hem halkın hem de kendi seçmeninin, tabanının kafasının olmadığını söylemekle eşdeğerdir bu.

Bir kişinin her yaptığına karşı olunabilir mi? Hükümet konusunda bu durumu yaşadık. İyi yaptıklarına hükümetin işine geliyor diye karşı çıkıldı. Kötü olanlara ise kötü diye karşı çıkıldı. Her yapılana, her çözüme, her icraata karşı çıkarsanız bir süre sonra inandırıcılığınız kalmaz. Diğeri ise istediği gibi at koşturabilir. Hükümetin her seçimde artan oranda oy almasının altında yatan neden de bu aslında.

Diğer hükümetlerin aksine çok icraati var. Yapıyor. Bu arada yolsuzluk var mı? Tabii ki var. Kanıtlandı da. İnkar bile edilmedi birçok tape hükümet tarafından. Darbe olarak gösterildi. İnsanlar da inandı bunlara. Aslında inanmaktan ziyade inanmak istedi. Sonuç ortada. Ekonomi iyi durumda mı? Hayır. İnşaata dayalı bir ekonomimiz var. İhracat derken bu ürünlerin montaj sanayiine ait olmasından dolayı ithalat da ihracatla orantılı olarak artıyor.

CEHAPE Zihniyeti ne yapıyor peki bunlar yaşanırken? Muharrem İnce meclis kürsüsünden çıkıp hükümetin yanlışları, açıklarıyla ilgili konuşuyor. İyi de konuşuyor. Peki sonuç: Hükümet yetkililerine laf sokmaktan daha öteye geçmeyen konuşmalar. İnsanlar artık laf sokmalarına kulak asmıyor ki. İnsanlar artık dinlemiyor sırf konuşanları. İnsanlar, halk, artık icraati, çözüm önerilerini dinliyor. Projesi olanı dinliyor. Herşeye karşı çıkanı değil. Başbakan'ın her seferinde bahsettiği bu işte. Konuş konuş nereye kadar?

Halkın ihtiyacı olan konuşan değil, icraat yapanlar. Proje üretenler. Çünkü bu halkın artık kuru söze karnı tok. Proje istiyor. Çözüm istiyor sorunlarına. Avcılar Belediyesi seçimleri bu konuda araştırılabilir örnek olması açısından.

Not: Daha önce katılmış olduğum Bahçeşehir Üniversitesi'nin Yerel Yönetimler Okulu'ndaki CHP'li katılımcıların konuşmalarına misafir olduğum kadarıyla onlar da halkı anlamak konusunda çok ama çook gerideler.

Not2: Yukarıdaki yazı tamamen kendi gözlemlerim sonucunda edindiğim sonuçlara istinaden yazılmıştır. Yorumları beklerim.. 

6 Mayıs 2014 Salı

6 Mayıs ve Denizler

Önemli bir gün bugün. 6 Mayıs.

1972'den bu yana çok zaman geçti. Çok değişti bu ülke. Çok iktidar değişti. Bir darbe daha gördü bu memleket. Hem de etkisi halen daha devam eden, ettirilen bir darbe.

Konu ise bugün Denizler, Deniz Gezmiş ve arkadaşları. Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan.. Onların idamı.

Birçok arkadaşın Denizlerin anılmasına dair yazdıklarını okudum günboyu. Gördüm insanların aradan 42 sene geçmesine rağmen unutmadıklarını Denizleri. Bu çok özel ve güzel birşey memleketim adına. Sevindirici..

Yalnız kafama takılan bir nokta var burada. Denizleri sahiplenen sadece solcular değil.
Meclisteki tüm partiler.. 
Solculuk adına ırkçılık yapanlar..
Solcular, sağcılar, milliyetçiler, demokratlar..
Yani neredeyse hemen her politik görüşe sahip insan Denizleri sahiplenip anmasını yaptı.

Merak ettiğim ise Denizler yaşasalardı acaba ne derlerdi böyle bir duruma. Hele de solculuk adına ırkçılık yapanların kendisini sahiplenmelerine..


 

2 Nisan 2014 Çarşamba

2014 Yerel Seçimleri ve Ben 2


Önceki gün seçimler ve yaşadıklarımla ilgili çok da uzun olmamasına çalıştığım bir yazı yazmıştım. Şimdi biraz daha detaylandırma zamanı sanırım. Gözlemlerimi yani.

Seçimler hayatımızda gerçekten önemli bir yer oluşturuyor. Hayattaki seçimlerimiz bir yandan, genel ve yerel seçimler diğer yandan. Bu sefer yaşadığımız ikisinin de karmasıydı. Hem yerel seçimlerde adaylara oy verdik. Hem de oy vermenin yanı sıra takip ettik seçimleri, gönüllü olarak. Dışında olayın nasıl aktığını seyretmeyi seçmedik.

Bir tarafta sivil toplum örgütlerinde gönüllü olan tanıdıklarım, diğer tarafta ise oyuna sahip çıkmaya çalışan sivil halk. Bir tarafta "Ben sivil toplum gönüllüsüyüm, gönüllüyüm"diyen bir kesim. Diğer tarafta çeşitli eğitim seviyelerinden birçok farklı insan. Belki de hayatında hiç gönüllülük deneyimi olmamış. Belki çok az olmuş.

Gözlemlediğim kadarıyla bir takım sivil toplum örgütlerindeki insanlar bu konuda gerçekten oldukça duyarlıydı. İsim vermeyi çok da gerekli bulmadığım için hangisi/hangileri olduğunu söylemeyeceğim. Fakat bir takım sivil toplum örgütlerindeki insanların konuya o kadar da duyarlı olmadığını, oyuna sahip çıkmaya çalışan halk kadar bile duyarlı olmadığını görmek beni gerçekten de üzdü. Aktif vatandaşlık, sivil toplum dediğimiz olgu en çok da böyle zamanlarda ortaya çıkmıyor mu? Gereksinimi en çok böyle zamanlarda duymuyor muyuz sivil toplum örgütlerine?

Tabii bu olayın bir de siyasi partiler ayağı var. Bir yanda sadece 12 yıllık geçmişi olan ve bu sürenin neredeyse tamamını ülkeyi yönetmekle geçirmiş bir parti var. Diğer yanda ise cumhuriyetle yaşıt olan diğer bir parti. Genç olan oldukça organize, düzenli ve sistemli çalışıyor. Diğeri ise, her yerde aynı olmasa bile, nispeten daha az organize ve oyuna sahip çıkma konusunda aday gösterdiği kişi kadar bile duyarlı olmayan bir parti. Bir yanda adaylarının yarısını kadınların oluşturduğu bir parti, diğer yandan erkeklerin ezici oranda temsil edildiği başka bir parti. Bu partilerin hangi partiler olduğunu zaten Türkiye'yi çok az da olsa dışarıdan takip eden bir yabancı bile biliyor. Konunun yaş değil, vizyon meselesi olduğu burada daha rahat ortaya çıkıyor.

Oyuna, müşahidine, gönüllüsüne sahip çıkan var, çıkmayan var. Tüm Türkiye'nin her yerinde aktif olan ve temsil edilen bir parti var, bir de bazı yerlerde çok güçlü, bazı yerlerde ise yok denecek kadar zayıf partiler var. Sonuç tabii ki galibin belli olduğu bir seçim oldu.

Bu ilk seçim müşahitliğimden neler öğrendim peki?

1- Bazen bir oyun bile seçim kazandırabileceği için çok adil ve demokratik olmak için müşahit olmanın kesinlikle gerekli olduğunu öğrendim. Sadece parti müşahitlerin değil, bizimki gibi gönüllü müşahitlere de ihtiyaç olduğunu, belki onlardan da fazla gerekli olduğunu öğrendim. 

2- Oyuma ve insanların, halkın kullandığı oya sahip çıkmanın çok değerli olduğunu öğrendim. İnsana müthiş bir duygusal tatmin duygusu da verdiğini hissettim bu görevin, gönüllülüğün verdiği gibi. 

3- Gelecek 4-5 sene kimler tarafından yönetileceğimi belirlemek için harcadığım 17 saat, tek tatil günüm olan Pazar günümün, kesinlikle böyle bir amaç için verilmeye değer hatta az bile olduğunu öğrendim.

4- Devletin halkına, halkın devletine güvenmediği ve bu güveni tesis etmek için ikisinin de birşey yapmadığı bir ülkede güven sağlamak için birşeyler yapmanın, yapmaya çalışmanın hayatımın en özel gönüllülük deneyimlerinden birini yaşattı öğrendim.

5- Dışarıdan, uzaktan, sosyal medya üzerinden konuşmanın kolay olduğunu, bire bir oyuna sahip çıkmak için saatlerce ayakta durmanın ise zor ama gerekli olduğunu öğrendim.

6- İster bir ülkeyi olsun, ister bir şehri, bir ilçeyi, bir beldeyi, bir köyü olsun yönetmek istiyorsanız organize olmanın ve halka doğrudan ulaşmanın, onlara sorun değil çözüm sunmanın seçimi kazanmak için anahtar olduğunu öğrendim.

7- Halkın artık sorun değil çözüm görmek istediğini, çözümü sunanları da seçtiğini öğrendim.

8- Bazı kesimleri eğitimsiz, okuma yazması olmayan gibi ifadelerle aşağılamaya çalışmanın, yüksekten bakmanın değil, herkesi anlayıp herkese hitap etmenin anahtar olduğunu öğrendim.

9- Konuşmanın kolay olduğunu, yapmanın ise zor olduğunu öğrendim.

10- İnsanların bazı partilere mecbur kalmadan özgürce oy kullanabilmek istediğini öğrendim.

31 Mart 2014 Pazartesi

2014 Yerel Seçimleri ve Ben


Dün (30 Mart 2014) sabah 4.30'da uyandım. Saatler ileri alınacaktı. Yalnız bir gün ertelenmişti ve akıllı olan telefonumun o kadar da akıllı olmadığını, bu bir günlük gecikmeyi dikkate almadığını o zaman anladım. Saat 6.30'da gönüllü görevli olacağım sandıktaydım üçbuçuk saatlik uykuyla. Müşahitlik yapacağım okuldaki sandık sayısı 25, benim gibi gönüllü sayısı ise 15 idi. Bu gelenlerin arasında çoğunluk Beşiktaş ve Kadıköy'den gelenlerdi. İnsanlar onca yolu üşenmeden gelmişlerdi. Arada gidip oylarını kullanıp tekrar görevlerine devam ettiler. Hem de son tutanakların tutulması bitene kadar. Arada yemek yemenin dışında tek yaptığım akşama kadar sandıkta olabilecek her hangi bir usulsüzlük, aksi durum, tartışma vb. yaşanmaması için gözlemcilik yapmaktı. Ya da teknik terimle müşahitlik.

Öğlenden sonra oy kullanmaya gittim. Orada mahallemdeki muhtar adaylarının hiç birini tanımadığım için ilk yaptığım içlerinde kadın olup olmadığına bakmak oldu. Şansa bir kadın aday vardı. Olmasaydı ihtiyar heyeti adaylarında kadın arayacaktım. Kadınların memleketin geleceği için akşama kadar evde oturup çocuk büyütmekten çok daha fazlasını yapma potansiyellerinin olduğuna inancımdan sadece. Bu bizim erkek egemen kültüre bir nevi başkaldırı gibi de görülebilir. Çünkü tüm partilerin adaylarında bile kadın sayısı ciddi anlamda azdı, BDP/HDP hariç. Oyumu kullandıktan sonra birşeyler yiyip geçtim görevimin başına tekrar.

Akşam 17.00'dan yarım saat kadar önce sandık kurulundaki arkadaşlara da danışarak sandığın ve sandık kurulunun olduğu yeri masalarla resmen güvenlik çemberine aldım. Böylece müşahitler tarafından görülmek istenen oylar görevliler tarafından kolayca gösterilebilecek, bu arada da  herhangi bir müdahalenin yapılmamasını garanti altına alınacaktı. İyi de oldu. Çünkü bu şekilde görevliler kendilerini daha güvende hissettiler. Onca farklı parti görevlisi ve müşahitlerin gergin bakışları altında çalışmak hiç de kolay değildi çünkü.

Belki bizlerden, belki bizim sandığın şanslı olmasından, ya da gelenlerin iyi niyetinden, bir iki ufak tartışma haricinde herhangi bir sorun olmadı oy kullanımı bitene kadar. En ufak bir soruda hemen YSK'nın göndermiş olduğu dokümanlardan ilgili maddelere bakılarak, herkesin onayı ile karar alınıyordu. Böylece olabildiğince demokratik bir süreç işledi.

Görevli olduğum sandıkta sayım yapılması, tutanakların tutulması ve bunların çoğaltılması süreçlerinin en sonuna kadar kalarak bu süreçlere aktif katıldım. En son tutanaklar yazılıp imzalandıktan sonra ancak ayrıldım. Oyların çuvala konarak götürülmesini ulaşım sorunum olduğu için bekleyemedim. Yalnız tutanaklardan yeterli sayıda çoğaltıldığı için sorun çıkma ihtimali oldukça düşürüldü. Biraz daha kalsaydım eğer, dönüş için son otobüsü kaçırabilirdim. Yalnız orada önemli bir konu vardı: Oyuma sahip çıkmam. Sadece oy kullanmaya giderek değil, sürecin sonuna kadar kalıp sağlıklı bir seçim ve sayım olmasını güvence altına almaya yardım ederek. Elimden gelse oyların çuvala konup merkeze götürülmesini de yapmak istiyordum ama araç olmayınca bunları yapamadım.

En iyisini yaptım mı elimden gelenin? En iyisi olmasa da eldeki koşullarda olabilecek en iyiye yakın çalıştım diyebilirim gönül rahatlığıyla. 3,5 saatlik uykuyla 17 saatten fazla seçim mesaisi sanki pek de az değil.

Sonuç: İnsanları oy kullanmaya, oylarına sahip çıkmaya teşvik etmek gerekli ve önemli bir görev. Hepimizin görevi. Yalnız daha da önemli olan oyuna gerçek anlamda sahip çıkarak müşahitlik yapmak ve yaptığın bu görevi sonuna kadar götürmek. Bu da facebook, twitter gibi sosyal medya üzerinden insanları destekleyerek değil, fiziksel olarak orada bulunup desteği göstererek oluyor. Sosyal medyanın gücünü yabana atmamak lazım tabii ama yeterli değil bu. Uzaktan konuşmak, tartışma çıkarmak, güvensizlik aşılamak, kavga etmek vb. tembel ve aciz insanın işi. Elini taşın altına koymak istemeyenin sonrasında konuşma hakkı da yoktur bence (yurtdışında olmayı bu kategoride değerlendirmiyorum). Benim oy kullandığım okulun okul
sorumlularından birinin bir lafı var: Çok yoğun çalışıyorum. Pek birşey yapmaya zamanım kalmıyor. Ama buraya geldim, çünkü bunu çocuğum için, onun geleceği için yapıyorum.
Sanırım çok da yoruma ihtiyacı yok bunun. Benim son durum böyle işte.