21 Ağustos 2014 Perşembe

Son Dönem Siyasetine Dair - Kafalardaki Bölünme

Bir senede iki önemli seçim geçirdik. İlki 30 Mart'ta yapılan yerel idareler seçimiydi. Diğeri ise 10 Ağustos'taki Cumhurbaşkanlığı seçimleri. Geçti gitti ikisi de.

Geçti de nasıl geçti? Darmadağın ederek geçti. Bugün bir arkadaşımın paylaşımını gördüm.

Sevdiklerinizle siyaset yapmayınız.
Zira; siyaset dostlukları zedeler.
Siyasetçiler yollarına devam ederken;
Siz dostlarınızı yitirdiğinizle kalırsınız.  

Aristoteles

Ünlü filozof demiş bu sözü. Sevdiklerinizle siyaset yapmayınız diye. Boşuna da dememiş. Son birkaç senedir devam eden bir durum var. Bu durum Gezi'yle birlikte iyice ayyuka çıktı. Büyük oranda siyasetçilerin kışkırtmalarından kaynaklanmasına rağmen geçmişi çok daha eskiye dayanan bir kavga yeniden ortaya çıktı. Seksenler dizisini izleyen varsa bilir, solcu ile sağcı birbiriyle doğru düzgün konuşamayan iki grup. Sürekli kavga ediyorlar. Hatta kavga bazen silahlı olunca birbirlerini öldürmeye kadar gidiyor. Neden ise tamamen siyasi. Bir taraf solcu, diğer taraf sağcı. Şimdi ortaya çıkan durum ise AKP'li ve diğerleri gibi ayrılabilir. Gerçi diğerleri derken AKP'nin ne yanında ne karşısında olanlar da yok değil. Mesela kesinlikle AKP'ye oy vermem diyen grupla kesinlikle CHP'ye oy vermem diyenlerin oranı yaklaşık %40 seviyelerinde iki taraf için de. Bu oran çok ciddi bir oran. Hele de son anketin söylediği halkın %31'inin AKP'li biriyle evlilik yoluyla akraba olmak istememesi olayın boyutunun ne kadar ciddi olduğunu gösteriyor. Toplumdaki ayrışmanın, bölünmenin ne seviyelerde olduğunu yani.

Siyah birinin bir beyazla ya da beyaz birinin bir siyahla evlilik yoluyla akraba olmak istememesi dendiğinde zaten karşındakinin ten renginden dolayı ayrımı kolay yapabileceğin için ayrım çok rahat yapılabilir. Fakat sokaktaki herhangi bir kişinin hangi siyasi görüşte olduğunu doğrudan sormadığın ya da siyaset konuşmadığın sürece anlaşılabilecek bir konu değil ki. Düşünün, iki kişi tanışmış, birbirlerini sevmiş ve evlenecekler. O zamana kadar da siyaset konuşmamışlar hiç. Ailelerle de konuşulmamış. O arada tam evlenmelerine birkaç gün kalmış, bir siyasi tartışma yaşanıyor ve taraflardan birinin AKP'li olduğu ortaya çıkıyor. Diğer taraf da AKP karşıtıysa gelin manzaraya bakalım. Sevgi mi yoksa siyasi görüş mü? Müthiş bir ikilem. Taraflar birbirini sevse de, evlenseler de, aileler yine de buna karşı çıkıp devam etmesini engellemek isteyebilir..

Toplumda, özellikle son seçimden sonra, iki birbirine taban tabana zıt görüş oluşmuş durumda. Bir grup Türkiye'nin bittiğini, şeriata doğru gittiğimizi, artık demir almak vakti geldiğini düşünüyor. Diğer grup ise 12 senelik iktidardan sonra başkanlarının cumhurbaşkanı olmasını kutluyor. Spor karşılaşmalarında yenilen taraflar bir şekilde kazanan tarafı tebrik eder ve centilmenlik gösterirler. Siyaset ne kadar spor karşılaşmasına benzetilebilir, bilmiyorum, ama bu durumu göremiyoruz. Yani yenilen tarafın eksiklerinin muhasebesini yaparak bir sonraki seçime çok daha güçlü girme çalışması içine girmesi gerekirken tam tersine "Yenilmedik, ayaktayız!" imajı vermeye çalışıyor. Bu arada toplumun niye Erdoğan'ı seçtiği, alternatif adayın yeterince doğru bir aday olup olmadığı, ya da bundan ders çıkarmak kimsenin aklına gelmiyor.

Seçim sırasında aynı salonda görevli olduğumuz bir kadınla sohbet etme imkanı bulduk uzun uzun. Kendisi AKP'liydi anladığım kadarıyla. Doğrudan sormadım tabii. Gezi'nin ortalığı yakıp yıkma gibi olduğunu düşünüyordu. Biraz geçmişten, 2000'in başlarındaki başörtülülerin üniversitelere alınmaması sonrasındaki yaşanan olaylardan, protestolardan bahsettim. Fakat o sırada farklı birşeyi daha farkettim: Ben de AKP'li ya da kesin karşıtı olmamama, hatta AKP karşıtlarıyla pek çok zaman tartışmış ve görüşlerini kabul etmediğimi söylemiş olmama rağmen karşımdaki AKP destekçisi olduğu için onunla tartışmakta biraz zorlandım. Bunun en temel nedeni sanırım benim gün gibi açık ve net olduğunu düşündüğüm konulara onun bambaşka bir açıdan baktığını görmekti. Bu durum benim için gerçekten de çok acı. İnsanlarla konuşma, tartışma yeteneğimi kaybediyor olduğumu anladım. Daha ılımlı olup karşımdakini anlamaya çalışmam gerektiğini bir de.

Seneler önce Emre Kongar'ın derslerinden birinde adam şunu söylemişti: Siyaset hayatın ta kendisidir. Siyasetle ilgilenmiyorum demek hayatla ilgilenmiyorum demekle eşdeğerdir. Siyasetle ilgilenmek lazım, derinlemesine hem de. Yalnız bunu kendi aramızdaki tartışmalardan ziyade sivil toplum örgütleri ile, onların üzerinden ya da doğrudan siyasi kurumlara üye olarak yapmak gerek. Bu sırada da diğer insanların sizin tam tersiniz gibi olayları görebileceğini öngörerek onların niye öyle düşündüklerini anlamaya çalışmak lazım. Diğer türlü olunca o AKP'li ile akraba olmak istemeyen %31'lik oran yakın zamanda ciddi anlamda artabilir.

12 Ağustos 2014 Salı

Cumhurbaşkanlığı Seçimleri Sonrası

Geçen seçimlerde aldığım bir karardı bu, bundan sonraki tüm seçimlerde müşahit olarak katılmak seçime. Bu sefer de aynı şeyi  yaptım ve seçim gönüllülerinden oldum. Yalnız başlamadan söylemem lazım, bundan sonraki seçime bir şekilde görevli olarak gitmeyi düşünüyorum, mümkün olursa. Nedenini birazdan açıklayacağım.

Oyveötesi güzel bir oluşum. Gönüllülerden oluşuyor. Ben de bu seçime yine bir Oyveötesi gönüllüsü olarak Selahattin Demirtaş müşahit kartıyla katıldım.

Sabah 5.03 ve ilk alarm çaldı. 5.11 ve ikinci alarm. Kalktım ve hazırlanmaya başladım. 6.30 gibi ancak Zincirlikuyu'da olduğum için geç kalmamak adına yolun devamını taksiyle gitmeye karar verdim. Çünkü çuvalların açılış zamanı olan 7.00'i geçirmek istemiyordum. Normalde Beşiktaş Sakıp Sabancı Anadolu Lisesi'nde gönüllü olacaktım. Fakat son anda gelen bir avukatla yer değişikliği talebinden dolayı yeni yerim olan Zeki Kalkavan Anadolu Denizcilik Teknik Lisesi'nde gönüllü olmayı kabul ettim. Çünkü işin sonunda bu gönüllü yaptığım bir işti ve nerede olduğumun çok da önemi yoktu.

06.45 gibi daha önceden gelen arkadaşlarla buluştuktan sonra gruptan bir arkadaşın tavsiyesiyle manzaraya baktım ve İstanbul'a bir kere daha aşık oldum. Güneş Boğaziçi Köprüsü'nün arka tarafından doğmaya çalışıyordu ve ışık harikaydı.

Görevli olduğum sınıfa geçince sandık başkanı oyların kullanılacağı 8.00'den önce içeri girmememi söyleyince önce şaşırdım. Niye böyle birşeye ihtiyaç duyuyor diye düşündüm. Fakat polemik yaratmak istemediğimden dolayı oralarda oyalanmaya devam ettim. Diğer salonlarda bizim gruptan arkadaşların sandığın hazırlanması, pusula ve zarfların sayılması konusunda çalıştıklarını gördüm. Bu arada da okul sorumlumuzla sohbet ettim. Görevlilerin büyük kısmının kadınlardan oluşması bana biraz ilginç gelmişti. 30 Mart seçimlerinde durum daha farklıydı. Sayılar erkekler lehine biraz daha fazlaydı hatırladığım kadarıyla. Öğrendiğim kadarıyla o civarda, Beşiktaş'ta, bazı okullarda doğru düzgün erkek bile yokmuş. Bizim okulda yine de erkekler var dedi. Belki Beşiktaş'a özeldir bu durum. Bilmiyorum. Bildiğim, orada anladığım birşey varsa o da kadınların (bayan değil) demokrasi kültürüne erkeklerden çok daha fazla sahip çıktığı ve değer verdiğiydi. Bunu Gezi döneminde görmüştük. Şimdi tekrar kadınlar ön plana çıkıyor. Bu gerçekten de umut verici..

8.00'e kadar oyalanırken boğaz manzarasının birkaç fotoğrafını çekmeden duramadım tabii. Manzara fotoğrafını çok tercih etmememe rağmen orada çekmesem olmazdı diye düşünüyordum. Çünkü İstanbul tüm güzelliğini sabah sabah gözler önüne sermişti bir kere daha. Sabahın daha o erken saati olmasına rağmen, hatta 7.00'den sonra insanların gelmesi biraz hızlandı gibi. Görevli zannediyordum ama meğerse oy kullanmaya gelenlermiş bir kısmı. Bir kısmı yoğunluk olacağını tahmin etmiş, o yüzden erkenden gelmek istemiş. İşten çıkıp gelen biri bile vardı orada..

İşte başlarken güne manzaramda bu vardı :)

Oy kullanımının başlamasıyla birlikte görev yerime geçip izlemeye başladım insanları. Bazen salondan çıkıp koridorda dolanıyor insanlara bakıyordum. Gelenlerin çoğunluğu yaşlı insanlardı. Birkaçı bir taksiye ortak binmiş ve oy kullanmaya gelmişlerdi. Yaşlı olanlar ağırlıkla giriş katında oy kullandırılmasına rağmen üst katlara da çıkmak zorunda kalan çok vardı. Bazılarının bu durumdan şikayetçi olduklarına kulak misafiri oldum. Merdivenleri çıkmakta bile zorlanan insanların yanı sıra gençler de geliyordu. Yalnız sayıca oldukça az. Birçok yaşlı insanın yanında çocuğu olduğunu zannettiğim yine orta yaşın üstünde insanlar vardı. Ağır ağır çıkılıyordu o merdivenler. Tek bir amaçla: Vatandaşlık görevini yerine getirmek için oy kullanmak. Bu bir lütuf değildi, görevdi. Onlar da bunun en çok farkında olanlar.. Bu görevin yapılmaması durumunda neler olabileceğini yaşamış ve görmüş olanlardı.

Saat 8.28 gibi başka salonlardan birindeki bir sandık görevlisi bizim salona gelip kendisine su götürülmediği için su istedi. Bir de kendisine su götürülmemesini bize şikayet etti. Anlamadık niye böyle bir şikayet yaptığını ama suyu verdik tabii ki. Sanırım görevli birilerinin kendilerine hizmetle yükümlü  olduğunu zannediyordu. Zaten binanın girişinde, daha ilk geldiğimizde, köşede ikili paketlenmiş poğaça, meyve suları ile su vardı ve her gelene ikram ediliyordu. Hangi partiden, organizasyondan olduğu sorgulanmadan. Başında CHP'den bir görevli vardı. Bıyıklı ve sonradan memleketlim olduğunu öğrendiğim bir görevli. Hatta bir ara biraz konuşunca neredeyse akraba çıkacaktık :)  Bizim büyüklerin arkadaşlarındanmış.

Oy kullanma ciddi anlamda sakin geçerken ben de kendi oyumu kullanmak için Tuzla'ya doğru yola çıktım 9.45 gibi. Yol uzun. Seçim sonuçlarına yetişmek gerektiği için erken çıkmak daha doğru olacaktı. Sabah doğrudan orada oy kullanıp dönmeyi de düşünmüştüm ama bundan vazgeçtim ilk çuvallar açıldığında orada olamayacağım için. Önemli bir görevdi bu benim için.

Tuzla'ya giderken vapurla Üsküdar'a geçtim önce. Sonra Marmaray'a ilk defa, tek duraklığına bindim ama bu benim yaklaşık 40dk zamanıma yol açtı. Sonrası biraz uzun sürse de Tuzla'ya gittim, oy kullanır kullanmaz da hemen geri döndüm. Şansa minibüs önüne kadar gidiyordu ve otobüs de önünden kalkıyordu okulun. Dönmem 14.10'u buldu Tuzla'dan.

Vardığımda bir çiftin bizim sandıkta oy kullanmış, fakat adlarının bizim sandık listesinde olmamasından dolayı oylarının sayılıp sayılmaması, sayılmayacaksa nasıl bir yöntem izleyeceği konuşuldu. Sonunda, yasada da belirtildiği şekilde, fazla çıkan oyların rastgele tüm oylar arasından seçilerek yakılması çözümüne ulaştık.

142 dokümanı, yani resmi görevlilerin (çoğunlukla polislerin) istedikleri sandıkta oy kullanabilmeleriyle ile ilgili bir soru vardı. Bazı 142 belgeli insanların birden fazla sandıkta oy kullandıkları ve bunun önlenmesi için hepsinin tek sandığa yönlendirilmesi ve o sandıkta da 142 belgesinin arkasının imzalanarak ve mühürlenerek oy kullandığının belgelenmesi ve başka sandıklarda da oy kullanımının engellenmesi yönünde karar aldık. Ki bunlar konuşulurken bir kişinin ailesiyle birlikte gelmesi, onlara oy kullandırıp gitmesi sonra belgeyle oy kullanmaya çalışması gibi bir durumlar da karşılaştık ama neyse ki durum çabuk çözüldü. Geçen seçimlerde tek bir 142 belgesiyle 16 farklı yerde oy kullananları bile duymuştuk çünkü.

Bu arada orada tanıştığım bir arkadaşla birlikte farklı sandıklara da gitme konusunda anlaştık. Kendisine, sırf başı kapalı olduğu için, halen daha, o seçim alanında bile, ayrımcılık yapıldığını söylemişti. En sevmediğim şeylerden. Gittik önce bir salona. Bizim gönüllülerden bir arkadaş su ısıtıcısı ve 5lt'lik suyuyla, kurabiyeleriyle ve hatta fanıyla gelmişti sandığına. Sınıf ufak olmasına rağmen bir köşeyi kapatmış, sandık görevlilerine ve gelen bizim gibi misafirlere çay ikram ediyordu. Misafirperverlik en üst seviyede, moraller gayet güzel sohbet ettik biraz oradaki arkadaşlarla. Hepsi kadındı o sandıktaki. Güzel bir sohbetti. İnsanlar gelmişler sabah sabah görevlerini yapmak için. Sonra diğer bir sandığa geçtik. Orada da aynı şekilde görevlilerle sohbet devam etti. Hatta bizim arkadaşlardan biri orada sandık görevlileriyle birlikte oturuyordu. Sonrasında sandığımıza döndük tabii. Yarım saatten fazla Türkiye'de olup bitenle ilgili konuştuk. O ayrı bir yazı konusu yalnız.

Saat 17.00'de sandığı kapatıp sayım için ön çalışmalara başladık. Sandık başkanı, neden olduğunu bilmiyorum, her önerimi, her talebimi, her bilgi isteğimi yaptıkları işe müdahale olarak gördüğü için arada çok az da olsa ortamın gerildiği oldu. 30 Mart seçimlerindeki sandık başkanımız önerilere ve taleplere açık olduğu için rahat çalışma imkanı bulmuştuk.

Sayıma başlamadan önce toplam sayı iki adet fazla çıktığı için (yanlışlıkla bizim sandıkta oy kullanan çift yüzünden) zarflardan rasgele ikisini (birini ben diğerini de diğer müşahit arkadaş) seçip orada, herkesin gözü önünde, zarfları açmadan yaktık. Maksat herkesin kabul edebileceği adil bir yaklaşımdı çünkü.

Sayım için iki müşahit ile iki de görevli çalıştık. Ara ara, ikinci sayıma gerek kalmaması için, toplamlarımızı teyit ediyorduk. Teyit için Selahattin Demirtaş ile Recep Tayyip Erdoğan'ın oylarının diğer çetele tutan arkadaşlarla tutması asıl önemliydi. Çünkü zaten ağırlıklı olarak oylar Ekmeleddin İhsanoğlu'na geliyordu. Sayım sırasında bir kere bir oy Recep Tayyip Erdoğan'a gelmiş olmasına rağmen sayımı yapan sandık başkanı yanlışlıkla Ekmeleddin İhsanoğlu deyince yanımdaki arkadaş uyardı ve sayımı düzelttik. Sayım bittiğinde sonuçların tutanaklara geçirilmesi gerekiyordu ve bunun için hemen gönüllü oldum. Karbon kağıtla bu işin yapılmasının çok da doğru olmayacağını düşündüğüm için 3 ya da 4 tutanağı kendim doldurdum. Çuvaldan çıkan 8 tutanağı diğer arkadaşlarla yardımlaşarak doldurduk. En başta yapılan sayım sırasında sayılan zarf ve oy pusulası son sayımda da tutunca sorun olmadı. Geçersiz oy kullanılmadığından temiz bir sandık teslim etmiş olduk.

Kendi sandığımdaki sayımı bitirdikten sonra oylar toplandı ve sandık başkanı ile bir arkadaş daha sayılan oyları YSK'ya götürmek amaçlı olarak emniyetin aracına gittiler. Oylar, çuvala konduktan sonra, polis eşliğinde salondan çıkarılıp emniyetin midibüsüne götürüldü. Ben de ondan sonra önce yan sandığa gidip oradan ıslak imzalı tutanağı alarak diğer sandıkları gezdim. Daha önce görevlilerle birlikte oturuyor olduğunu söylediğim arkadaşın olduğu sandıkta biraz gerginlik vardı. Sandık başkanı oldukça gerilmiş, tüm görevlilerle müşahitler de aynı gerginlikle son çalışmaları yapmaya çalışıyorlardı. O arada suyun yatıştırıcı gücünü kullanmak için oradaki görevlilere su ikram ettim. Az da olsa işe yaradı sanırım. Yalnız ıslak imzalı tutanağın verilmesi konusunda çok da yardımcı olmaya çalışmayan başkan tutanaklar yetmeyince fotokopi çekilmesini ve onları imzalamayı kabul etti. Fotokopiler gelince ise bunun yasal olmayacağını savunup tutanak fotokopilerini imzalamayı kesin bir şekilde reddetti. Orada bulunan herkesi aşırı şekilde geren bu hareketinden sonra bu tutanağın da bir şekilde yeterli olacağına müşahit arkadaşı ikna edip oradaki görevimizi tamamladık. Bu arada görevlilerden okul öncesi bir öğretmen olan Gül hala ile biraz sohbet ettik. Dünya tatlısı biri olan bu insan ile kısa bir sohbet sonrasında diğer bir sandığa geçtim. Hepsini hallettikten sonra ise artık gönlüm rahat olarak diğer arkadaşlarla buluşmak üzere Ortaköy'e geçtik.
Az biraz flu çıksalar da bizim ekibin bir kısmı böyleydi işte :)

Bu seçimde en çok gözüme çarpanlardan biri kadınların hem oy kullanmak, hem gönüllü hem de görevli olarak seçimde en aktif rolleri üstlenmeleri oldu. Yaşlı, yürümekte bile oldukça zorlanan insanların oy kullanmak amaçlı olarak sabahın erken saatlerinden itibaren kimisi taksiyle, kimisi yürüyerek okula gelip oy kullanmaları ayrı bir güzellikti. Gençlerin katılımlarının zayıf olması fazlasıyla üzücü ama bir o kadar da düşündürücüydü. Oy kullanmaya gelen bir kadının "Geçen seçimde hırsızın karşısına hırsızı çıkardılar. ...... de bir hırsız. Mecbur kalıp ona oy verdik. Bu seçimde de İslamcı aday çıkardılar. Mecburen ona oy verdik. Bir dahakine ne yapacaklar?" demesi Fransa'da aşırı sağcı adayı yüksek oranda oy almasından dolayı insanların Jacques Chirac'a oy kullanırken plastik eldiven kullanmasını aklıma getirdi. Kerhen oy kullanmak zorunda olmak, halkın, partilerin tabanının tercih etmeyeceği, etmediği kişiyi aday göstermek nereye kadar devam edecek acaba? Aklıma gelen son ve belki de en önemli not belden aşağısı felçli bir vatandaşın oy kullanmaya gelmesiydi. 1. katta oy kullanacaktı ve 1 saat aşağıda bekletilmişti. Sonra, engellilerin kullanımına hiçbir şekilde uygun olmayan okulda orada bulunan diğer vatandaşların yardımıyla üst kata taşınmıştı ve oy kullanmıştı. O kişinin oy kullanmak için bunca zorluğa göğüs germesi oyunu kullanmayan, tatilinden ödün vermeyen, gençlerin yoğunlukla yaşadığı Beşiktaş'ta katılımın %70 civarında kalması oy kullanmayanların şikayet hakkının olmadığını bir kere daha gösteriyordu. Aynı zamanda demokrasi kültürüne ve devlete güvensizliği de..

Son bir not: Resmi görevli olarak bundan sonraki seçimde görev almayı istememin nedeni ise müşahit olarak, gönüllü olarak bu işin içinde yer almak her ne kadar çok değerli ise de bu vatandaşlık görevinizi yapmak isterken zorluk çıkarılabiliyor karşınıza. Fakat görevli olursanız durum değişiyor. Müdahale etme yetkiniz ve hakkınız oluyor. Adaletli davranmayı çok daha kolay ve etkili başarabiliyorsunuz o durumda.

1 Ağustos 2014 Cuma

CEHAPE Zihniyeti 101

Politikayla kendi çapımda ilgilenen biriyim aslında. Yalnız bazı şeylerin de artık farkına varılması gerektiğini düşündüğüm için birkaç gündür aklımda olan bazı konuları birleştirip bu hükümetin uzun zamandır kullandığı 'CEHAPE Zihniyeti' olgusundan benim ne anladığımı biraz anlatmak istiyorum.

Öncelikle sondan başlarsak konu cumhurbaşkanlığı seçimleri. O kadar çok yanlış var ki, neresinden tutsan elinde kalıyor ne yazık ki. En başta da 20 milletvekilinin imzasının gerekmesi konusu başlı başına bir sorun bence. Vatandaş seçecekse milletvekilleri niye işin içine giriyor? Ben niye aday olamıyorum bireysel olarak? Bu ve benzeri sorular aklımı kurcalıyor. Yalnız buradaki asıl konu, benim için, çatı adayı belirleme kriterleri. Neye göre belirlendi bu çatı adayı?

CHP ve MHP açısından bakınca rakip olacak aday Recep Tayyip Erdoğan tabii ki. Diğer bir aday da HDP'nin adayı olabilir diye düşünüldü. Elimizde bu durumda çatı adayı ile birlikte 3 aday olacaktı. Bu çatı adayının ana oy kitlesine bakınca tabii ki CHP'nin seçmeninin tamamına yakını diye düşünüldü. Alternatif yok çünkü. Parti kimi çıkarsa ona oy verilecek. Sevseler de sevmeseler de. MHP peki? MHP seçmeninin de ezici çoğunluğunun CHP'nin kerhen oy vereceklerinin aksine partiye bağlılıktan oy kullanacağı öngörüldü. Peki bu durumda başka kimden oy alınabilir? HDP'nin seçmeni tabii ki. Fakat onlar ciddiye alınmadı. Erdoğan'ın karşısındaki adaya her halükarda oy verecekleri düşünüldü belki biraz daha. Asıl burada hedef başka. Hedef Erdoğan'ın seçmeninin oyları tabii ki. Nasıl bir aday çıkarmak lazımdı peki? Tabii ki görüş olarak Erdoğan'a benzer fakat daha güvenilir ve alternatif olabilecek bir aday. Asıl hedef CHP ya da MHP'nin seçmeninden oy almak değil. Çünkü onlar çantada keklik. Mecliste temsil edilmeyen diğer partilerin ise bir şekilde destekleyecekleri tahmin edilmişti. İstenen Erdoğan'ın seçmeninden bir nebze oy alabilmek. Burada yok sayılan onmilyonlarca seçmen var.

Benzer yaklaşım daha önce yapıldı mı? Evet. Yerel seçimlerde yapıldı. Erdoğan'a benzeyen, Şişli'yi kulelerden, binalardan geçilmez hale getiren belediye başkanı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adayı olarak sunuldu. Güçleri birleştirelim çağrıları sonuçsuz kaldı. Bizde birleşelim dendi. 'Tatava yapma, bas geç!' dendi. Yani insanların görüşleri yok sayıldı ve oy vermeleri beklendi. Sonuç: Hüsran. Hem de çok ağır hüsran. Nedeni ise hükümetin ve başbakanın her zaman 'biz ....'yi de biliriz' tavrının sözsüz versiyonu. Biz ....'yi de biliriz demiyor da, onu uyguluyor sadece. Hem halkın hem de kendi seçmeninin, tabanının kafasının olmadığını söylemekle eşdeğerdir bu.

Bir kişinin her yaptığına karşı olunabilir mi? Hükümet konusunda bu durumu yaşadık. İyi yaptıklarına hükümetin işine geliyor diye karşı çıkıldı. Kötü olanlara ise kötü diye karşı çıkıldı. Her yapılana, her çözüme, her icraata karşı çıkarsanız bir süre sonra inandırıcılığınız kalmaz. Diğeri ise istediği gibi at koşturabilir. Hükümetin her seçimde artan oranda oy almasının altında yatan neden de bu aslında.

Diğer hükümetlerin aksine çok icraati var. Yapıyor. Bu arada yolsuzluk var mı? Tabii ki var. Kanıtlandı da. İnkar bile edilmedi birçok tape hükümet tarafından. Darbe olarak gösterildi. İnsanlar da inandı bunlara. Aslında inanmaktan ziyade inanmak istedi. Sonuç ortada. Ekonomi iyi durumda mı? Hayır. İnşaata dayalı bir ekonomimiz var. İhracat derken bu ürünlerin montaj sanayiine ait olmasından dolayı ithalat da ihracatla orantılı olarak artıyor.

CEHAPE Zihniyeti ne yapıyor peki bunlar yaşanırken? Muharrem İnce meclis kürsüsünden çıkıp hükümetin yanlışları, açıklarıyla ilgili konuşuyor. İyi de konuşuyor. Peki sonuç: Hükümet yetkililerine laf sokmaktan daha öteye geçmeyen konuşmalar. İnsanlar artık laf sokmalarına kulak asmıyor ki. İnsanlar artık dinlemiyor sırf konuşanları. İnsanlar, halk, artık icraati, çözüm önerilerini dinliyor. Projesi olanı dinliyor. Herşeye karşı çıkanı değil. Başbakan'ın her seferinde bahsettiği bu işte. Konuş konuş nereye kadar?

Halkın ihtiyacı olan konuşan değil, icraat yapanlar. Proje üretenler. Çünkü bu halkın artık kuru söze karnı tok. Proje istiyor. Çözüm istiyor sorunlarına. Avcılar Belediyesi seçimleri bu konuda araştırılabilir örnek olması açısından.

Not: Daha önce katılmış olduğum Bahçeşehir Üniversitesi'nin Yerel Yönetimler Okulu'ndaki CHP'li katılımcıların konuşmalarına misafir olduğum kadarıyla onlar da halkı anlamak konusunda çok ama çook gerideler.

Not2: Yukarıdaki yazı tamamen kendi gözlemlerim sonucunda edindiğim sonuçlara istinaden yazılmıştır. Yorumları beklerim..