19 Kasım 2015 Perşembe

Terör ve İnsanlık ve Normalleşme




Bazen televizyonda ya da internette haberlere bakarken tarihi bir yapının bombalarla İslam Devleti (İD) ya da benzeri organizasyonlar tarafından yok edildiğini görüyorum. Çok da sık olmuyor bu tarz haberler ama beni müthiş derecede üzüyor bu tarz tarihin yok edilmesi haberleri. İnsanlığın tarihinin yok edilmesi geçmişini kaybetme anlamına geliyor bir anlamda.

Tarihin yok edilmesinden çok daha sık bombalama haberleri geliyor. İntihar bombacıları, arabaya bomba doldurup ortalık yerde patlatanlar, eline satırı alıp insanların kafasını kesenler.. Bir de köle pazarları kurulması. İnsanların, özellikle gencecik kadınların bu pazarlarda satılması. İdamlar. Kurşuna dizilmeler. Çocukların dahi kurşuna dizilmeleri. Bir babanın 7 yaşlarındaki çocuğuna bir askerin kesik başını verip poz verdirmesi (bağlantı)..

Hayatta alışkanlıklar normalleşmeyi, normalleştirmeyi de beraberinde getiriyor. Normalleştirmek derken bombalamaların, intihar bombacılarının varolmasının normalleşmesi kendi açımdan. Artık haberi duyunca zaten sonunda olanları sık sık duyduğumuz için kimi zaman haberi okuma gereğini dahi duymayabiliyoruz. En azından ben kendimde bunu yaşıyorum bazen. Daha kötüsü de, bu yazıyı yazma nedenim aynı zamanda, daha az sık gerçekleşen tarih katliamlarına insan katliamlarından daha fazla üzüldüğümü bazen hissetmem.

İşin sorunlu kısmı bu: Tarih katliamına insan katliamından daha fazla üzülebilme. Biraz üstünde düşününce insanlığımı kaybediyor olduğumu dahi düşünmeden edemiyorum. Çünkü tarihi yazan insanın kendisidir. İnsan olmadan tarihin, tarihi yapıların, anıtların, tapınakların, binaların, kitapların anlamı yok ki! İnsan yapıyor bunların tamamını. İnsan yazıyor tarihi. İnsan bu tarihin ana unsuru. İnsanın olmadığı, dinozorların olduğu döneme dair elimizde fosillerden başka hiç bir şey yok. İnsan yazar tarihi ve kaydını tutar. O olmadan tarih de olmaz ki!

Hayatta en korktuğum şeylerden biri alışmak. Evet, alışmaktan korkuyorum. Nedeni bazı şeylerin alışkanlığa dönüştükten, rutine bindikten, gündelikleştikten sonra değerini kaybetmesi. Değersizleşiyor öyle olunca. Burada da benzer bir durum var. İnsanların öldürülmesinin normalleşmesi insan hayatının değerini azaltıyor, değerini bitirme noktasına getiriyor.

Bu yüzden işte, alışmamak lazım. Her ölüme, her katliama karşı durmak lazım. Karşı çıkmak lazım nedeni ne olursa olsun her türlü doğal olmayan yollarla ölüme. Bir insanın ölümünü umursamamak, hele hele bu ölüme sevinmek insanlığı kaybetmenin son adımıdır. Kaybetmeyelim insanlığımızı..

Fotoğraf: http://i.imgur.com/zVxubEs.jpg

3 Eylül 2015 Perşembe

Kınıyorum! Yok yok, Lanetliyorum!

O kadar kolay ki kınamak. Ya da lanetlemek. Ya da her ikisi de.

Google'da aratınca 631.000 sonuç çıkıyor. Tek kelime: Kınıyorum.

Lanetliyorum ise 1.030.000 sonuç veriyor.

Yani seviyoruz kınamayı da, lanetlemeyi de.

Habire bu lafları duyuyorum son dönemde. Herkes kınıyor. Herkes lanetliyor. Peki sonuç?

İnsan işin içinde olunca herşey siyah-beyaz olmuyor. Arada grinin de değil elli tonu, ellibin tonu oluyor. Ben biraz daha düz bakıyorum olaya. Kınamak/lanetlemek bir işe yarıyor mu?

Şimdiye kadar kınananın, ya da lanetlenenin yaptığını yapmasını engellemişliği var mıdır? Bir öğrenciye kınama cezası verirsiniz. O öğrenci bir daha da benzer bir hata işlemez. Çünkü ikinci defada okulda atılma ihtimali dahi vardır. Hayatını, geleceğini riske atmak istemez. Fakat bir kuruma, hele de insan öldüren, silahlı eylem yapanlara, kimi zaman kitlesel katliam yapanlara karşı kınamak ya da lanetlemek sinek vızıltısından başka bir etki yapmaz. Sorunu çözmez yani.

Hedef sorunu çözmek olmalı. Boş boş kınamak ya lanetlemek değil.

Birleşmiş Milletler'in bir toplantısında bir grup delegenin bulunduğu ortamda garson herkese bardak içinde kola getirir. Tesadüf bu ya, hepsinin içinden sinek çıkar.
Alman sineği çıkarıp kolasını içmeye devam eder.
İngiliz hemen yeni bir kola sipariş eder. Elindekini iade eder.
Yahudi sineği Çinli'ye, kolayı ise Rus'a satar. Yeni kola ister.
Fransız kola yerine ücretsiz olarak şarap verilmesini ister ve alır.
ABDli dava açıp 1 milyon dolar tazminat kazanır.
Taylandlı sineği önce yiyip üstüne kolasını içer.
Türk delege ise ''kınıyorum'' der.

Herkes bir çözüm bulurken biz nedense kınamayı tercih ederiz. Böylece insanlar ölmeye devam eder. Biz yerimizde sayarız. Dünya ilerlerken biz Koreli'nin ürettiği cep telefonumuzla, Fransızın tasarladığı, Bangladeşli'nin ürettiği gömleğimizle, neredeyse tamamı yurtdışından ithal parçalar kullanılarak sadece montajını yaptığımız telefona ''yerli'' diyerek övünmeye devam ederiz. İnsanlar ölür, biz ''niye terörist demedi?'' diye dışlarız insanları.

Kınamak tabii ki lazımdır. Asıl mesele sadece kınamakla ve aynı hataları tekrar etmekle sorunun çözülmediğini bilmek. Ölenin, ne yazık ki, öldüğüyle kalması. Kalanların ise onların sırtından siyaset yapması!

İnsanlar, yanısıra insanlık da ölmeye devam eder bu sırada.. 

İnsanlığın İleri Gidişinin Sonu

Dün hemen hemen bütün gazetelerde, haber sitelerinde ve sosyal medyada dolanan birkaç fotoğraf vardı. Bir çocuğa ait. Yüzüstü uzanmış bir çocuk. Aslında uzanmamış, ölmüş bir çocuk. Denizde ölmekle kalmamış, kıyıya vurmuş zayıf ve cansız bedeni. Ailesinin ölümden kaçışının onu götürdüğü yer de ölüm olmuş. Bombalarla, kurşunlarla, işkenceden geçirilerek değil belki. Yine de ölüm bulmuş onu. Denizin ortasında. Sonra da kıyıya vurmuş cesedini zavallının. Gerçi o çocuk değil burada zavallı olan, biziz! Bizleriz zavallı olanlar. Bir çocuk ''daha iyi hayata'' gitmeye çalışırken, içinde bulunduğu tekne batıyor ve ölüyor bu çocuk.

Böyle bir sahnenin etkilemeyeceği insan var mıdır acaba? Bugün okuduğum, tarihin en cani insanlarından birini belki etkilemeyebilir ama benim tanıdığım herkesi etkiledi, ben dahil. Hem de derinden sarstı. Ayağımın altındaki toprak sarsıldı sanki. Yer yarılsa da, içine girsem. Girsem de görmesem o görüntüyü. Hiç tanımadığım bir çocuk. Bir insan. Öldü dün. Asıl üzen neyi peki beni? Bir insanın ölmesi miydi?Yoksa bir çocuğun ölmesi mi? Hem de ne uğruna? Daha iyi hayat uğruna.

Bir Ezidi kadının dramını okumuştum. IŞİD kadına öyle şeyler yapmış, yaptırmış ki, kadın hiç durmadan dünyanın öteki ucuna kadar kaçsa dahi o kendisine yapılanlar yakasını bırakmayacaklar gibi hissediyordu. Edirne'ye kadar gelmiş olmasına, onlardan neredeyse 2.000km uzaklaşmış olmasına rağmen güvende hissetmiyordu kendisini. Daha iyi bir hayat, insanca hayat uğruna gidiyordu.

Bugün ise hayat devam ediyor. Yine aynı şekilde hem de. Ölmesinin etkisi geçti bile. Suriye'deki savaşın öldürdüğü binlerce çocuktan biriydi o çocuk. Diğerlerinden farkı denizde ölmüş olması ve cesedinin kıyıya vurmasıydı. Yorumlar geldi, ''İngiliz, Fransız çocuk ols dünya ayağa kalkardı.'' diyenler oldu. İnsanlar heyecanlandı ve öfkelendi. Ama o öfkeleri hep saman alevi misali. Bir anda parlayıp bir an sonra yok oldu. Gitti.

1-2 seneye kadar Mars'a insanlı yolculuğun başlayağı düşünülüyor. Nasa'nın Voyager uzay mekiği Güneş Sistemi'nin sonunda, en uzakta bulunan Pluto'nun kalbe benzer kraterlerinin olduğu bir fotoğrafı paylaşıyor. Güneş Sistemi'nin dışına çıkıyor insanoğlu. Uzayın derinliklerini keşfetmeye devam ediyor. Samsung, LG, Apple, Sony gibi firmalar otomatiğe bağlamış gibi her sene en az bir ''amiral gemisi'' telefon çıkarıyor. Ülkemiz bir insanın kaprisi, isteği yüzünden 2 milyar lirayı aşkın bir bütçe ile seçime gidiyor. Doğu ve özellikle de Güneydoğu'da sivil halk sokaklarda polis ve asker ile çatışıyor. Her gün sivil kayıpların haberleri geliyor.

Bir yandan insanlık ilerlerken
diğer yandan da gerisin geri uzaklaşıyor o ileriden.
Geriye gidiyor.
Bir çocuk ölüyor.
Biz bakıyoruz.
Sonra, biz ölüyoruz.
Ruhumuz ölüyor.
İnsanlık ölüyor.
Biz,
Biz bakıyoruz.
Ruhumuz ölü. 

21 Ağustos 2015 Cuma

CeHaPe ve Son Dönem Politikaları Hakkında

Senelerdir CHP'nin politikasını, ya da politikasızlığını eleştiririm. Birçok farklı ortamda, farklı insanlardan, farklı CHPlilerden duyduklarım CHP'nin halkın sesini dinlemediği ve dinlemeye ciddi olarak uzak bir bakış açısı olduğuna işaret ediyordu. Neredeyse bugün dahi olan bitenden CHP'yi suçlama yönünde bir eğilimim vardı. Bunların çok ciddi nedenleri var tabii ki.

Bir insanın, bir partinin herşeyine, her yaptığına karşı olursanız bir süre sonra inandırıcılığınızı yitirirsiniz. Eğri oturup doğru konuşmak lazım. Son seçimden sonra MHP nasıl HDP'yi ''yok sayacağını'' ilan edip neredeyse HDP ''Allah birdir'' dese, ''yok bir olmaz. İki de üç de daha fazla da olabilir.'' diyecek seviyede bir karşıtlıktı bu karşıtlık. Bir parti de herşeyi yanlış yapamaz ya. Durmuş saat dahi günde iki defa doğru zamanı gösterdiği gibi AKP'nin de iyi ve doğru yaptığı şeyler vardı.

CHP Deniz Baykal'ın gidişiyle birlikte bir değişim, dönüşüm sürecine girdi. Bir çok insan ayrıldı ya da ayıklandı. İlk anda bu ayrılışlar, ayıklanışlar bana partinin daha sağcı, daha milliyetçi, daha ırkçı yaklaşımları ve söylemlerini duyuyordum (Burada bu söylediklerime herkes katılmayabilir. Gayet de doğaldır. Çünkü herkesin düşünce tarzı ve bakış açısı aynı değil). Değişim bir süredir devam ediyordu. Haziran genel seçiminden sonra ise farklı bir CHP gördüm. Hatta seçim öncesinden itibaren. Artık sadece AKP'yi odağına almış, yaptıklarını eleştiren bir bakış açısından biraz daha çözüm üreten bakış açısına yönelmiş gibi geldi. Anadolu'da kurulması planlanan şehir ve orası için öngörülenler CHP'nin enerjisini AKP'nin eksiklerini ortaya çıkarmaktan ziyade memleketin sorunlarına dair ciddi çalışmalar yaptığı, çözüm önerilerinde bulunduğu ve eski bakış açısını terk ettiğini gösterdi.

Seçimden hemen sonra arkadaşlarımla sohbet ederken, ki hemen hepsi CHP'ye oy verenlerdi, AKP-CHP koalisyonu olması gerektiğinden söz ettim. Bunun memleket için en doğru, en hayırlı olacağını söyledim. Nedeni ise iki büyük partinin koalisyonda beraber çalışmaları sonucunda memleketin en ciddi sorunlarına dahi bir şekilde çözüm bulabileceklerine dair umudum idi. AKP sandalye çoğunluğunu kaybetmiş ve MHP HDP'nin olduğu herhangi bir oluşumda bulunmayacağını açıklamıştı. MHP hatta (nedense) hiçbir şekilde koalisyona girmek istemediğini bildirmişti. Ben bunun iyi olacağına dair konuşmaya çalıştıkça ciddi bir tepki gelmiş ve konuşturulmamıştım. CHP değişmişti ama seçmeninin AKP nefreti değişmekten, ılımlılaşmaktan çok uzaktı. Sert tartışmalara doğru giderken ben sohbeti devam ettirmemeyi tercih etmiştim. Çünkü tamamen anlamsızdı.

Bu arada CHPli arkadaşlarımın karşı çıkmalarının en büyük nedeni CHP'nin öyle bir çalışmaya girerse oy kaybedeceğine inançlarıydı. Halbuki CHP'nin %25 civarında olan oyunun ciddi bir değişim geçireceğine inancım yok. O insanlar en kötü ihtimalle oy kullanmayabilirler. HDP'ye oy veren bir kitle illaki olacaktır. MHP'ye de oy kayabilir ufak bir oranda. Fakat daha fazlasının olacağını düşünmüyorum. Çünkü alternatif kabul edebilecekleri bir parti yok CHP seçmeninin.

Sonuç: Tek ciddi anlamda koalisyon görüşmesi CHP-AKP arasında olmuştu. Sonuç olumsuz dahi olsa bence iyi bir çalışma yapıldı. İnsanlar CHP ile AKP'nin can düşmanı olmaktansa birlikte de çalışabileceklerini gördü. Ve bence sonuçta CHP'nin değili AKP'nin koalisyona karşı olduğunu, Cumhurbaşkanı'nın koalisyon yerine seçimlerin tekrar yapılmasını istediğini anladı.

Bir koalisyon olsa ne kadar süreli olurdu, ya da sürer miydi bilmiyorum. Bildiğim şey CHP'nin halkın, en azından benim gözümdeki değeri bu seçim ve sonrasındaki süreçte ciddi olarak arttı. En üst noktası ise ''HDP'yi yedirtmeyiz'' minvalinde Gürsel Tekin'in açıklaması oldu.

Bakalım ne olacak bundan sonra?

Her yerde insanımızın kanı akarken, dolar 3 lirayı görmüşken, seçim ve sonrasındaki süreçte Suriye'yle savaşa doğru adım adım ilerlerken, AKP'yi memleketim seçmeni sandığa gömer mi yoksa çıkarır mı hep beraber göreceğiz. Yalnız kalbimden bu seçimde iki partinin güçlü çıkması ve bunların koalisyon kurmaları geçiyor. 

19 Ağustos 2015 Çarşamba

Elini Tabuta Dayayarak Oy İsteme!


Son üç seçimde de görev aldım sandık başında.

Son üç seçimde de sabah 6.45'ten itibaren ''gönüllü müşahit'' olarak görev aldığım okullarak gidip kiminde geceyarısına kadar, kiminde akşam 20.00'e kadar sandık başında bekledim.

Hak yerini bulsun, herkes hakkı olanı alsın, halk istediğine oyunu versin, kimse kimsenin yerine oy kullanmaya, başkalarının oyunu çalmaya çalışmasın diye tüm Pazar günümü bu işe verdim.

Arkadaşlarım gece eğlenmeye devam ederken ben erkenden oradan ayrılıp ''gönüllü' olarak görev aldığım için erkenden uyumaya gittim.

Gittim ki enerjim tüm gün yerinde olsun. Haksızlığı gördüğüm an müdahale edebileyim.

Gittim ki birileri her zamanki gibi ''Oy çaldılar'', ''Zaten her seçimde oy çalarak başa geçiyorlar'', ''Elden birşey gelmez'' gibi yakınanlar konuştuğunda onları kaale almayıp vicdanım rahat olabileyim.

Gönlüm el vermiyordu, gönlüm el vermiyor ''havaya'' şikayet edip hiç birşey yapmamaya!

Gönlüm el vermiyor ''Kronik çözümsüz'' olmaya, klasik bahanelerin ardına sığınmaya.

Gönlüm el vermiyor ''Dış Mihrak'' denen görünmez ve var olmayan düşmana meydanı bırakmaya.

Yalnız bunların hiçbirini memleketin en başındaki kişi sonuçları beğenmedi diye cebimizden iki milyar lirayı (kendi kullanımıyla iki katrilyon lira) alıp yeniden seçime götürmesi için yapmadım.

Yalnız bunların hiçbirini memleket aylarca hükümetsiz kalmasın diye yapmadım.

Yalnız bunların hiçbirini ülkem ''geçici hükümet'' tarafından kan batağına götürülsün diye yapmadım. Gencecik insanlar öldürülsün, enselerine kurşun sıkılsın, öldürüldükten sonra sokaklarda çırılçıplak dolaştırılsın, sınırımda İslam adına, din adına, sürekli kendi dinindeki insanları öldüren vahşilere devletimin en başındaki kişi onların yaptıklarını maruz gösterecek şekilde konuşsun diye yapmadım.

Bunların hiçbirini memleketin en başındaki kişi elini bir tabutun üstüne koyup da cenazeyi mitinge çevirsin diye yapmadım.

Bunları daha güzel yarınlar için yaptım.

Bunları siyaset konuşsun, siyasi olarak memleketin sorunları çözülsün diye yaptım.

Silah sussun, insanlar konuşarak anlaşsın diye yaptım.

Görüyorum ki birileri boşuna çalıştığımı bana anlatmaya çalışıyor cenazeleri, yüreği yanan ailelerin acılarını kendine oy potansiyeli olarak kullanmaya çalışıyor.

Görüyorum ki memleketin en başındaki insan ''Ne mutlu şehit ailesine'' diyebiliyor. Gayet rahat bir şekilde hem de. Kendi çocukları askerliği dövizle yapmışken hem de. 

Görüyorum ki birileri ekonomik olarak batmaya doğru giden memleketimde ekonominin sağlam temellere oturtulduğunu, sorun olmadığını söyleme cesaretini gösterebiliyor. 

Birkaç ay sonra yine seçime gidiyoruz.

Bizim halkımız balık hafızalı. Birkaç basit hamleyle bugünlerde yaşananları dahi unutabilir kolaylıkla. Dikkatleri biraz farklı alanlara yönlendirilsin yeter.

Ben yine sandık başındayım. Daha büyük sorumluluk alarak okul ya da ilçe sorumluluğu mu yaparım, yoksa en büyük sorumluluğu alıp yine sandık başında birebir haksızlığı engellemeye mi çalışırım emin değilim. Bildiğim şey aksi birşey çıkmadığı sürece o seçimde de ben buradayım! Siz de bana katılın. Belki değiştiriririz bu memleketi. Kim bilir?

Fotoğraf: T24 haber sitesi. 

20 Temmuz 2015 Pazartesi

Suruç'ta Katliam Var

Suruç'ta bugün katliam oldu!

"Kime yarıyor?" diye bi soralım.

Ben söyleyeyim. AKP'ye yarıyor.

Son günlerde Cumhurbaşkanı dilinden düşürmüyor erken seçim söylemini.

Beklenen CHP koalisyonu da öyle kolay kolay olacak gibi durmuyor. Hele bugün karşılıklı suçlamalardan sonra bahane de çoğalacak. Muhsin Kızılkaya milletin seçtiği bir vekil, yani sözcü olmasına rağmen savaç çığırtkanlığı yapar gibi "Çok kısa sürede Suriye'ye benzeyebiliriz!" diye röportaj veriyor.

AKP'nin söylediği ve yaptıklarından ben şöyle dediklerini anlıyorum:

- Bu ülkeye erken seçim gerekli. Barajı geçen diğer üç partinin ikisi zaten muhalefette kalmak istiyor. CHP de bizimle uzlaşmaktan ziyade bize bazı şeyleri dikte etmeye çalışıyor. İnsanlar bu ve önceki bombalı saldırılardan sonra daha çok korkup "istikrar" devam etsin diye bize oy verince biz bu sorunu çözeriz.

Unutulan bir nokta var:

- Ülkeyi 2002'den bu yana yöneten AKP'dir.

Yani diğer bir deyişle şimdiye kadarki AKP dış politikasının bizi getirdiği nokta ortada zaten. Yakın zamana kadar insanların kafasını kesip youtube'da yayınlatan bir örgütün terör estirdiğini kabul etmeyen, sonradan da adamların kendine verdiği adı bırakıp kendine yakın medya organlarında IŞİD yerine DAEŞ dedirten bir partidir AKP. IŞİD'e DAEŞ deyince birşey değişiyor mu? IŞİD ya da DAEŞ yine bizi bize kırdırarak çalışmalarına devam ediyor.

Memleketin her yerine savrulmuş resmi olmayan bilgilere göre üç milyonu aşkın Suriyeli insan da sorunun aslında merkezinde ama pek konuşulmayan bir yanı.

Evet, Muhsin Kızılkaya'nın dediği doğru çıkabilir. HSBC bu yüzden Türkiye'den çıkıyor. Tabii haberde bahsedilen aynı neden değil ama onu da yakında göreceğiz. Türkiye gibi devasa bir pazardan çıkması için çok sağlam istihbaratının olması lazım.

Yazdıklarımdan doğrudan AKP suçlaması anlaşılabilir fakat biraz daha dikkat edilirse daha çok herkesin bildiği bilgiden çıkarımla olacağı görülebilir. Umarım öngörüm gerçekleşmez ve bu ülke insanı, erken seçim olsa dahi, doğru kararı verir! Doğru kararın ne olduğunu ise sadece zaman gösterebilir.

1 Temmuz 2015 Çarşamba

Yasama Yürütme ve Yargı


İlkokula gittiğim zamanlarda Sosyal Bilgiler dersinde ilk öğrenmiştik kuvvetler ayrılığı ilkesini. Buna göre Yasama, Yürütme ve Yargı diye üç ayrı kola ayrılmıştı kuvvetler. Yasama organı meclis idi. Yani TBMM. Yürütme organı güvenoyu almış hükümetti. Yargı ise bağımsız mahkemeler idi.

Yasama organı meclis ve bu meclisin başkanı dün ve bugün seçilmeye çalışılıyor. Partiler kendi adaylarını çıkarıp ilk iki turda da kendi adaylarına oy veriyorlar. Genel kabul gibi oldu bu durum. Üçüncü ve dördüncü turlarda ise partiler belirledikleri strateji ile yola devam ediyorlar.

Ben ilkokula giderken milletvekillerinden birilerinin aday olduğu ve sonra da meclisin bu adayları oyladığı şeklinde öğrenmiştim bu konuyu. Partilerin kendi adaylarını göstermesi son senelerde önümüze çıkan bir durum. Aslında bunun ne siyasi ahlâk ne de siyasi etik ile uzaktan yakından ilgisi yok. Yasal olarak da doğru değil. Anayasanın 94. maddesi bunu açıkça ifade etmiş:

- Siyasi parti grupları başkanlık için aday gösteremezler.

Çok basit bir nedeni var bunun: Yasama ayrı bir kurumdur. İçinde siyasi partileri barındırsa da meclis bir bütün olarak değerlendirilmelidir. Onu oluşturan partiler dışında yani. En azından başkanlık seçimi sırasında. Burada tüm partiler, her ne kadar halen daha darbe dönemi 1982 anayasası yürürlükte olsa da, bu memleketin anayasasını çiğneyerek kendi adaylarını aday gösterebiliyorlar. Hem de bu öyle gizli saklı değil, gayet herkesin, kamunun gözü önünde tüm kitle iletişim organlarında bangır bangır bağrılarak yapılıyor. Köşe yazarları sürekli yazılar yazarak çeşitli senaryoları konuşuyor.

Çeşitli defalar arkadaşlarımla konuşmalarımda Avrupa'da yaşamaktan söz edince "Orada kuralları ihlal edince çok ağır cezalar veriyorlar." diye tepkiler almıştım. Kurallar zaten hayatın düzeni için gerekli olduğu mantığı bizim memleketimiz için geçerli olmadığından sanırım bizim siyasi partilerimiz de aynı mantıkla hareket ediyorlar. Kafa doğrudan kuralları ihlal etmeye yönelik çalışıyor. Problemli olan yer burası.

Olması gereken belki de Cumhuriyet Başsavcısının ortaya çıkarak tüm partiler aleyhinde Anayasa'yı ihlal iddiası ile dava açmasıdır. Çünkü yukarıda dediğim gibi, Anayasa yasaklıyor partilerin aday göstermesini. Tüm partiler de bu suçu işliyor.

Yazıya başlarken kuvvetler ayrılığından ve bu kuvvetlerin Yasama, Yürütme ve Yargı olduğundan başlamıştım. Yasama'yı, yani meclisi partilere indirgerseniz sonuçta tek parti ya da anlaşan güçlü bir koalisyon durumunda Yasama=Yürütme olur. Bu durum da kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırıdır. Karşısında sadece 'bağımsız mahkemeler' olarak Yargı kalır. Yargı'yı da HSYK gibi kurumlarla ve buralara siyasi etkiyle sakat bırakırsanız kuvvetler ayrılığı sadece teknik bir terimden ibaret kalır.

Devlet protokolü'ne bakılınca en başta Cumhurbaşkanı, sonrasında TBMM Başkanı, daha sonra ise Başbakan olduğu görülür. Yani devler hiyerarşisinde dahi Yasama'nın başı ve Yürütme'nin başı ayrı kişiler olarak Yasama'nın başındaki meclis başkanı daha üstte olacak şekilde dizilirler.Yani demem o ki, meclis başkanlığı seçimi Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra en önemli seçimdir. Gereken özenin gösterilerek konuya yeterli önemin verilmesi bu yüzden çok önemlidir.

En azından bir partinin bu gidişata karşı dik durarak mücadele etmesi gerekiyor. Başka türlü bu gidişten çıkılması mümkün değil.

Görsel: http://images.slideplayer.biz.tr/9/2616379/slides/slide_56.jpg

27 Haziran 2015 Cumartesi

Dini Nikah ve Resmi Nikah Mevzuuları

Geçtiğimiz günlerde Anayasa Mahkemesi oldukça hararetli tartışmalar başlatan bir karara imza attı. Resmi nikah olmadan imam nikahının olmasını normal kıldı AYM bu kararıyla.

Mesele şu ki, bir kişiyle imam nikahı kıyarak birlikte yaşarsanız 2-6 ay arasında hapis cezası alabiliyorsunuz. Fakat herhangi bir imam nikahı veya resmi nikah olmadan biriyle birlikte yaşarsanız o zaman ceza yok. İkinci mesele son dönemde yaygınlaşmaya da başladı. Bunda kanımca bir zarar yok. Fakat imam nikahını resmi nikah öncesinde kıymaya ceza olması meselesi de bence yanlış ve eşitliğe aykırı bir durum. Çünkü insanlara imam nikahı kıydığı için ceza vermiş oluyorsunuz bu durumda.

Yalnız bu kararda eşitliğe ve hukuka şöyle bir aykırılık var: Dini nikah kıyanların herhangi bir hak talepleri olamıyor. AYM kararında bunu özellikle vurgulama ihtiyacı hissetmiş. Yani dini açıdan gerekli düşünülerek evlenilse dahi yasal anlamda hiçbir geçerliliği yok bu evliliğin. Bence bu karardaki asıl sorun da bu.

Medeni kanunumuz İsviçre'den ithal edilmiş. Türkçe'ye çevirip birkaç değişiklik ile uygulamaya koymuşuz. Biraz araştırınca orada da evli olmayıp birlikte yaşayanların haklarına dair bilgi bulmaya çalışınca onların da evliler gibi olmadığını gördüm. Bu konuda sanırım en güzel uygulama İskandinav ülkelerinde. Orada evlenmek çok yaygın değil. Yalnız birlikte yaşama da belli bir süreyi aşmışsa evli bir insanla aynı hakları veriyor kadına da erkeğe de. Bizdeki yasada sanırım asıl bu mevzuu eksik. Aynı evde 3 sene  yaşayan bir çiftin yasal olarak evli olmasa dahi evli bir çiftten ne farkı var? Bence fark yok arada. Yasal durumda var ama. Asıl sıkıntı da bu noktadan kaynaklanıyor.

1- Birlikte yaşayanlara hak yok, ceza yok.
2- İmam nikahı ile yaşayanlara hak yok, ceza var.
3- Resmi nikah ile yaşayanlara hak var ceza var.

Peki bu üçü arasında pratik olarak bir fark var mı? Olduğunu düşünmüyorum.

Her ne kadar Avrupalı diye lanse etmeye çalışsak da kendimizi ve ülkemizi aslında Ortadoğuluyuz biz. Bunun anlamı bizim aile, evlilik, birlikte yaşama vb. gibi durumlar için pek de açık görüşlü olduğumuz söylenemez genel anlamda. Bu yüzden de AYM'nin bu kararı gibi durumlar olduğunda ciddi tepkiler gelebiliyor. Bunu çözmenin yolu da şu şekilde:

1- Birlikte yaşayanlar eğer bunu belli bir süre için, mesela 3 sene, kanıtlayabilirlerse o durumda evli çiftlerle aynı haklara sahip olmalı. Özellikle çocuk vesayeti ve miras gibi konularda.

2- İmam nikahı isteyenler bunu yapabilmelidir. Yani imam nikahı resmi nikah olabilmelidir. Diğer bir deyişle imamlar da belediye memurları gibi resmi anlamda nikah kıyabilirlerse aslında bu sorunlar ortadan bir ölçüde kalkar. Çünkü bazı çiftler resmi nikahı sadece bir zorunluluk olduğu için yapıyor. Kendilerine kalsa imam nikahı gayet yeterlidir. Haksız da değiller bence. İmamlar da resmi nikah kıyabilirse, yasalar önünde sayılan bir nikah olduktan sonra niye sorun olsun ki?

3- İsteyenler sadece resmi nikah yapabilmelidir. Sadece "toplum ne der?" diye düşünerek imam nikahı kıymak bana doğru gelmiyor. İstemeyen imam nikahını yapmayabilir.

Bu dediklerim olursa insanlar evlilik gibi önemli bir kararda daha rahat davranabilirler ve üstlerinde o kadar da büyük bir baskı hissetmezler.

Pratiğe gelince, ülkemiz, yukarıda da belirttiğim gibi, Ortadoğulu olduğundan uygulama bir takım sorunları beraberinde getirecektir. En başta yargının bu yeni duruma alışması gerekecek. Halkın alışması konusuna gelince, onların alışması ve kabullenmesi en az 20 yılı bulabilir. Çünkü 10 yılı aşkın bir süredir paradan 6 sıfır atılmasına rağmen en başta Cumhurbaşkanı olmak üzere bir çok insan halen daha trilyon, katrilyon terimlerini kullanıyor. Sigara kapalı ortamlarda yasaklanalı 7,5 yıl olmasına rağmen halen daha birçok mekan içeride sigara içiriyor. Rusya'da bir yıl önce yürürlüğe giren yasak her yerde uygulanıyor.

17 Haziran 2015 Çarşamba

Cumhuriyet Tarihinin En Önemli Seçimi Sonucunda Partiler ve Öngörüler

Daha seçim olmadan dahi AKP-CHP koalisyonu gibi bir seçeneğin memleket açısından en doğru kararlardan biri olacağını düşünüyordum. Seçim sonuçları açıklandı. Bir önceki seçim gibi %50-%50 değil, %40-%60 gibi bir tablo çıktı ortaya. HDP meclise barajı yıkıp girince herkesin planı müthiş derecede değişti.

Şimdi her gün günaşırı açıklamalar duyuyoruz. CHP'nin şimdiye kadarki yaklaşımı bir şekilde hükümetin kurulmasında rol almak isteğinde olduğu ve bunu da öncelikle MHP-HDP ile yapmak istediğini, bir şekilde, söyledi. Olmazsa AKP ile yapacak. Maksat memleketi hükümetsiz bırakmamak.

MHP dikkafalı davranıp "HDP ile olacak her seçeneğe kapalıyız, ama memleketi çözümsüz de bırakmayız." şeklinde konuşuyor. Bunun anlamı şudur:  "AKP ile koalisyona varım." Başka bir tercümesi olamaz. Çünkü azınlık hükümetinin doğru olmadığını düşünüyor. CHP ile güvenoyu alabilecek bir hükümet kurulamayacağı için tek seçenek AKP kalıyor geriye. İki kere iki dört yani.

AKP "Herkese sıcağız." diyor başta Cumhurbaşkanı olmak üzere üst düzey yöneticileri aracılığıyla. Başlatılmış bir çözüm süreci vardı ve habire sürüncemeye bırakınca süreci müthiş bir oy kaybına uğradılar memleketin doğusu ve güneydoğusunda. Aslında sadece oralarda değil, neredeyse tüm şehirlerde oy kaybı oldu AKP'nin. Çözüm sürecini MHP ile yürütmesinin olanağı olmayacağı için, MHP diğer yandan da seçim boyunca yolsuzluklar üzerinden prim yaparak oy toplamaya çalıştığı için bu konuların açıklığa çıkarılmasını savunacak. Yani çok temel diyebileceğimiz iki sorun var herkesin en olası dediği koalisyonun önünde. Benim "HDP barajı geçerse AKP-MHP koalisyonu olabilir." öngörüm vardı. O da geçersiz olacak gibi bu durumda.

HDP AKP ile potaya girmeyeceğini, hükümetlerine destek olmayacağını söyledi seçim öncesinde. Seçim sonrasında ilk konuşmada Demirtaş "Seni Başkan Yaptırmayacağız!" konuşmasını tekrarladı. Ve AKP ile koalisyon kurmayacaklarını bildirdi. CHP ve MHP ile koalisyona bir şekilde katılabilecekken bu olasılık da MHP'nin inadından dolayı olamayacağı için HDP'nin oluşacak koalisyon hükümetinde bulunma ihtimali yok gibi bir durumda. Barajı geçip meclise girmesi durumunda bütün dengeleri değiştiren parti şimdi hükümet kurulması konusunda oluşacak koalisyona girme konusunda zor durumda.

Siyaset ile ahlak kelimeleri bir arada pek kullanılamıyor. Çünkü dün meydanlarda bir diğeri hakkında ağzına geleni söylemekten, bel altı vurmaktan çekinmeyenler bugün çok kritik toplantıları yapabiliyor: Bakınız Tayyip Erdoğan-Deniz Baykal toplantısı.

Herkes dediğini uygularsa bana kalırsa tek uygulanabilir koalisyon AKP-CHP koalisyonu. HDP bu koalisyona dışarıdan destek verebilir ve ciddi anlamda işine de yarar bu durum. MHP'nin en baştan istediği Ana Muhalefet partisi olma hayali de gerçekleşmiş olur.

AKP ile koalisyonun CHP'ye ciddi oy kaybettireceğine şahsen inanmıyorum. Çünkü CHP'nin seçmeni için oy vermeyi düşünebileceği alternatif bir parti yok. Nasıl Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kendi görüşlerine müthiş derecede uzak görüşe sahip olan ve şimdi MHP'den milletvekili olan Ekmeleddin İhsanoğlu'na kerhen oy verdilerse seçim yenilendiği zaman CHP'den çok ufak bir miktarda oy HDP'ye gidebilir. Diğerleri, büyük oranda, yine CHP'ye oy verecek.

MHP'ye gelince erken seçimin en çok kaybettireceği parti olacak. Çünkü yapılan istatistiklerin gösterdiği en çok "emanet oy"un olduğu parti HDP değil, MHP. O oylar AKP'ye geri dönünce, AKP'den bir kısım oylar da HDP'ye gidince yeni oluşacak mecliste HDP'nin MHP'den daha fazla oy alma ihtimaline karşı daha az milletvekiline sahip olacağı en olası sonuç.

Biraz önce dediğim gibi, siyaset ile ahlak bir arada pek olmuyor. Bu yüzden bugün A diyen yarın çok kolay B diyebileceği için bekleyip görmekten başka çare görünmüyor. Benim öngörüm AKP-CHP koalisyonunun olması ve yakın gelecekte de erken seçime gidilmesi şeklinde.

Bekleyip göreceğiz.



12 Haziran 2015 Cuma

3. Seçimim Geride Kaldı.. İşte Seçimden Kalanlar

Uzun bir gün oldu Pazar günü. Önce biraz izlenimlerimi anlatayım. Sonrasında da yorumlarım gelecek.

Başbakan Davutoğlu balkon konuşmasında güzel şeyler söyledi. 'erdem'den söz etti. 'halkın iradesi'nden söz etti. Önümüzdeki günlerde göreceğiz nasıl olacağını (burasını yazarken Başbakan balkon konuşmasını yapıyordu)

Neler gördüm?:
1- 'Halkın iradesi' denen olgunun aslında 'erkeğin iradesi' olduğunu gördüm.
2- İlk oy kullanmaya gelen yaşları 80'in üstünde olduğunu tahmin ettiğim, zor yürüyen çifti gördüm.
3- Tekerlekli sandalyedeki annesini oy pusulasını dışarı çıkarmasına izin vermediğimiz için sandığa getirip, sonra kendisinin kabine girmesine izin alamayınca sinirlenip 'hak, hukuku bana mı öğreteceksiniz?', 'şimdi boşuna mı getirdim ben, yanlış kullanacak' diyen genç adamı gördüm.
4- Sandık üyesi olduktan, yemin ettikten sonra parti mevzuunun kalmaması gerekmesine rağmen biri Adıyamanlı, diğeri Muşlu olan AKP'li ve CHP'li sandık üyelerinin sürekli tartışmasını gördüm.
5- Kadınların siyasette ne kadar aktif olmaya başladıklarını, sandıklarına sahip çıktıklarını bir kere daha gördüm.
6- Azıcık daha fazla okumuş olanların, entel görünenlerin, başkalarını kararlarından dolayı oldukça kolay yargılayabildiklerini gördüm.
7- Partili olmamasına rağmen bazılarının gönüllü olarak partili olanlardan çok daha fazla oylarına sahip çıktıklarını gördüm.
8- 'Özgür irade' kavramının bazıları için bulunmadığını gördüm.
9- Hakk kelimesi Allah'tan gelmesine rağmen kendisini her türlü Hakk'ın, hukukun üstünde görenlerin olduğunu gördüm.
10- İnsanların birbirleriyle aslında gayet güzel geçinebildiklerini, fakat karşısındakinin hangi partili olduğunu öğrendikten sonra tavırlarının 180 derece değişebildiğini gördüm.
11- Son iki yüzyıldan fazla bir zamandır yüzümüz Avrupa'ya dönmüş olmasına rağmen memleketimizin daha Ortadoğulu olduğunu gördüm.
12- Hukuk kurallarının uygulanmaması, esnetilmesi yönünde ciddi bir irade gördüm.
13- Bağımsız adaylara karşı saygıdan ziyade onları 'yok sayma' çabası gördüm.
14- Demokrasi denen olgunun içselleştirilebilmesi için daha çoooook zamana ihtiyacımız olduğunu gördüm.
15- Bir partinin müşahidinin sadece oy sayımı başlamadan hemen önce gelip habire herşeye itiraz ettiğini, başka bir partinin müşahidinin ise olan bitene ilgisiz oralarda dolaştığını, sonra sayım sırasında da gelip izlediğini gördüm. Bir partinin müşahidi ise başından sonuna kadar izlemeyi tercih etti seçimi. Hiçbir şeye müdahale ve itiraz etmeden. 

Bu liste aslında daha çok uzatılabilir. İlk iki seçimimin aksine bu seçimde biraz daha farklıydı durum. Okul sorumlumun dediğine göre deneyimli olduğum için beni okuldaki ilk sandığa vermişti kendisi. Aslında nispeten mantıklı da olmuş. Oldukça fazla sorunla karşılaştığım bir sandık oldu bu seferki. Başkası olsa nasıl davranır? Konuşur mu? Susar mı? Sadece not mu alır? Tutanak mı tutturmaya çalışır her seferinde? Yoksa sadece izler mi başından sonuna kadar?

Sandığımda bir seçmen eşi ile birlikte girip oy kullanmak istedi. Eşi gayet sağlıklı olmasına ve "Ben oy kullanabilirim" demesine rağmen. Uyaran sandık görevlisine de elini kaldırarak "Ağzını yüzünü dağıtırım!" şeklinde tehditler savurdu. Yakınında bulunan akrabaları kadın-erkek saldırmaya hazır şekilde bekliyorlardı. Tehdidi duyar duymaz pencereye gidip "Hemen polis memurunu çağırın, sandık görevlisini tehdit ediyor'" şeklinde bağırınca polis geldi ve başta tehdit eden adam olmak üzere ailenin üyelerini salondan götürünce olay sakinleşti. Çıkarken akrabalardan bir kadın beni tehdit dahi etmekten geri durmadı.

Bir başka olayda sandık başkanı, polis ve belki bir görevli nezaretinde arabayla getirdiği annesinin oy kullanmasını sağlamaya çalışan bir vatandaşla karşılaştım. Oy pusulası, Tercih mührü ve zarfı salondan çıkararak okulun dışında bekleyen arabaya götürmeye ikna etmeye çalıştıklarında duruma şiddetle itiraz ettik. Oldukça uzun süren itirazlarından sonuç alamayınca biraz kilolu olan nispeten yavaş da olsa yürüyebilen annesini getirdi bu vatandaş. Meğerse oy pusulası ve zarfı salon dışına çıkarmak istemesinde herhangi bir geçerli neden yokmuş.

Aslında o gün yaşadıklarım çok rahat bir kitap dahi olabilir. Tabii ki bu anlattıklarımdan çok daha fazlası oldu orada. Eğitim sorunumuzun ne kadar büyük ve derin olduğu orada biraz daha belirgindi.

TURK Parti benim sandığımda 5 oy aldı. Bir oy ise hem TURK Parti'ye, hem de AKP'ye basılmış olduğundan geçersiz sayıldı. 18 geçersiz oyun yarısından fazlası oy pusulasının üst tarafında AKP'ye, alt tarafında ise bağımsız adaya verilmiş oylardan dolayı geçersiz kabul edildi. Aynı durum MHP'nin, CHP'nin ve SP'nin de başına geldi. Onlarda sayı çok daha azdı.

Oy sayımı sonunda AKP'nin oy oranını öğrenince AKP'nin o bölgede ciddi oy kaybına uğramış olduğunu gördüm. %70'in üstünde gelmesi normal olan bölgede %65 seviyesinde kalmıştı oy oranı. MHP ve CHP ise ciddi yüksek oy aldılar bu bölgeden.

Bir seçimden daha temiz ve vicdanım rahat bir şekilde çıktığımı düşünüyorum. Yaptığımız işin ne kadar önemli olduğunu bu seçim daha iyi gösterdi bana. Asıl amacımız, bazı kesimlerin tahmin ettiği gibi oylarla, sonuçlarla oynamak değil, tamamen adil, şeffaf, doğru, düzgün, yasaya uygun bir seçim olmasını sağlamaktı. Başka birşey değil. Bundan sonra erken seçim de olsa normal seçim de olsa, ben hazırım.

14 Mayıs 2015 Perşembe

İki Çeşit İnsan Vardır! Seçimlerde Oyuna Sahip Çıkanlar ve Çıkmayanlar!


Hep yaparız ya bunu, insanları gruplara ayırmayı. Genelde de iki grup olur bunlar. Mesela iyiler ve kötüler. Kadınlar ve erkekler. Pozitif insanlar ve negatif insanlar vb. Peki ayrım bu kadar siyah-beyaz mıdır her daim? Bence pek de değil. Arada da grinin pek çok tonunu bulmak mümkündür.

Bu sefer yalnız, ben de insanları ikiye ayıracağım, biraz da bilinçli olarak. Şikayet edenler bir grup olacaklar. Yapanlar diğer grup. Ben bu iki gruptan şikayet edenleri pek sevmiyorum. Çünkü tek bildikleri şikayet etmek. Yazın sıcaktan, kışın soğuktan, baharda ise yağmurdan şikayet ederler. Yani işin doğasında olandan dahi şikayetçi olabilir bu insanlar. Hatta işin cılkını çıkarıp şikayeti ilgili makama yapanlara işe yaramayacağını söylemeye, onların heveslerini kursaklarında bırakmaya kadar götürebilir bu gruptan bazıları..

Konumuza gelecek olursak, bir aydan kısa bir süre kaldı genel seçimlere. Bu yazımın asıl amacı biraz daha politik. Seçimler geliyor ve yakın geçmişteki iki seçimnde olduğu gibi bunda da sandık gönüllüsü olacağım. Tuzla'da olacağım yine. İki seçimde de olan bitenden şikayetçi olan bazı arkadaşlar ben Cumartesi akşam olan partiyi, eğlenceyi bırakıp gidince beni desteklediklerini, iyi birşey yaptığımı söylemişlerdi. Bu gerçekten de güzel birşey, desteklenmek. Fakat bir adım ötesi de var bunun: Birebir elini taşın altına koymak. Yani bu işe gönül vererek sandıklarda gözetmen olmak. Sandığın, oyunun hakkını verip, oyuna sahip çıkmak. Önümüzdeki 4 sene boyunca memleketi yönetecek olan parlamento seçimlerinde görev almak. Tek gereken seçim öncesinde bir Pazar gününü sandık başında geçirmek.

Biliyorum ki seçimden hemen sonra bir takım insanlar yine başlayacaklar bu ülkenin insanlarını, özellikle de AKP seçmenini, hedef alarak bazılarının koyun olduğunu, kör olduğunu, bilerek kurda oy verdiklerini, bu ülkenin insanlarından bir halt olmayacağını, buraları bırakıp gitmek gerektiğini, adam olmayacağımızı söylemeye... Yakınlarındaki insanlar da destekleyecekler o kişilerin bu dediklerini.

En sevmediğim şeylerden biri insanların kendi şikayetçi oldukları konuda başkalarının desteklerini beklemeleri, onları da kendi şikayetlerine ortak etme ihtiyaçlarıdır. Mesela otobüste birileri yüksek sesle konuşunca onları 'birilerinin' uyarması beklenir. Bu kişiler kendileri uyardığında da 'Ben rahatsız oluyorum, daha sessiz konuşur musunuz?' demek yerine 'İnsanlar rahatsız oluyor, daha sessiz olun!' şeklinde şikayetlerini dile getirmeyi tercih ederler. Halbuki herkes kendinden sorumludur, Nokta! Seçim sonucunda da sonucu kabul etmek gerekecek. İçki masasında, arkadaşlar eğlencede şikayet edip sonra kadeh kaldırmak değil. Az zaman kaldı ve halen daha ciddi anlamda gönüllüye ihtiyaç var. 4 sene boyunca şikayet etmek yerine bir gününüzü halkı görüp, gözlemleyip, sonra da oyları saymaya harcasanız ne çıkar? Benim iki seçim günü deneyimim de çok ilginç şeylere gebe oldu. Mesela CHP'li bir seçmen belediye seçimlerinde beğenmediği halde Sarıgül'e oy vermeye zorlandığı için partisi tarafından, müthiş derecede şikayetçiydi durumdan.

Geçtiğimiz seçimlerde hangi partinin seçmeninin, gözetmeninin, görevlisinin nasıl hareket ettiğini gözleme fırsatım oldu. En düzenli ve organize çalışanlar tabii ki AKP ekibi. Hem çalışanlara sürekli yiyecek, su vb. desteklerde bulunuyorlardı. Hem de ne olup bittiğini takip ediyorlardı. Müthiş bir düzen ve sistematik içinde, oylarına ve seçmenlerine sahip çıkarak. HDP sanırım AKP'den sonraki en düzenli ve organize ekipti. Onlar da oylarına ve seçmenlerine sahip çıkarak düzenli ve uyum içinde bir çalışma yürütüyorlardı. CHP ekibinin kendilerine dahi faydası yok gibiydi. Ekip derken asıl kastettiğim gözetmenlere destek vermesi gereken partilileri kastediyorum. Ne gözetmenleri ile ciddi anlamda ilgilendiler, ne de takibi düzgün yaptılar. Tutanakların merkeze iletilmesi sırasına varmadan da kaçtı birçoğu. MHP ile ilgili yorum yapamıyorum, çünkü varlıkları ile yokluklarını çok anladığımı söyleyemeyeceğim. Çok ilgili değillerdi sanki. Diğer partiler zaten oldukça zayıf kalmıştı tüm süreç boyunca. Oyveötesi ekibimizdeki arkadaşlar ise her açıdan düzgün bir seçim olabilmesi için elinden geleni yaptı. Yeri geldiğinde sandık başkanına itirazlar yapıldı, tutanaklar tutuldu, gerektiği yerde sandık kurulunun güvenli şekilde oyları sayması sağlandı. Avukatlar sürekli hukuki destekte bulundu.

Bu seçimlerde nasıl olup biteceğini hep birlikte göreceğiz. Daha zaman varken mümkünse desteklediğimiz partilerin sandık gözetmeni olarak, resmi olarak sandık kuruluna girerek, mümkün değilse de oyveötesi gibi oluşumlara katılıp sandığı gözlemleyerek bu işi yapmak lazım. Oyuna sahip çıkmak lazım. Bir oy dahi çok önemli. Geçtiğimiz seçimlerde, özellikle de yerel seçimlerde aradaki farkları gördük.

Hiçbir oluşum, grup, parti içine girmeden bunu yapmanın yolu da var: Seçim sırasında gerek seçim sandıklarını takip ederek, gerek oylar sayılırken sade bir vatandaş olarak orada bulunup sonuçları kayıt altına almak. Hem vatandaşlık hakkımız hem de görevimiz bu aslında, oyumuza sahip çıkmak.

Yazının başından da dediğim gibi, iki çeşit insan vardır. Yapanlar ve şikayet edenler. Seçimlerde oyuna sahip çıkanlar ve çıkmayanlar.

Seçim sonrasında da, sonuç ne olursa olsun, kimse gelip de "bu ülkenin insanları" hakkında atıp tutmasın! 

25 Ocak 2015 Pazar

Uğur Mumcu, Hrant Dink, Metin Göktepe Charlie Hebdo'ya Karşı

Yılın ilk ayı denince akla daha çok yeni umutlar gelir. Yeni heyecanlar, yeni istekler, yeni yapılacaklar listesi vb. Ocak ayı sanırım gazeteciler, karikatüristler için oldukça kanlı bir ay.

Bu yıl 7 Ocak'ta oldu Charlie Hebdo katliamı. İki kişi ellerinde silahlarıyla girip öldürdüler başta kapıdaki gazetecileri, sonra da içeride gördükleri karikatüristleri.

8 Ocak'ta öldü Metin Göktepe. Öldürüldü daha doğrusu. Duvardan düşmüş dendi önce. Hem de içişleri bakanı olacak, devleti en yüksek seviyede temsil yetkisine sahip insanlardan biri tarafından.. Sonra kabul edildi gözaltında işkenceden öldürüldüğü.

19 Ocak'ta öldürüldü Hrant Dink. Agos'un, çalıştığı gazetenin önünde. Arkasından vuruldu. 17 yaşındaki bir 'çocuğa' yaptırıldı bu cinayet. Azıcık deşildiğinde emniyet müdürüne kadar gidiyordu ihmal listesi. Taammüden cinayetle yargılanmaları gerekirken hepsi önlenemez bir şekilde yükseldi işlerinde..

24 Ocak'tı tarih Uğur Mumcu öldürüldüğünde. Arabasına bomba konarak öldürüldü Uğur Mumcu. Sonra da deliller süpürgeyle süpürülüp 'delil yok' dendi. 'Devletin namus borcu' denmesine rağmen Süleyman Demirel, Erdal İnönü ve İsmet Sezgin tarafından, failleri bulun(a)madı bir türlü.. Bu durumda devletimizin namusunun ne durumda olduğunun yorumu sizlere kalmış..

Başbakanımız geçtiğimiz günlerde Charlie Hebdo'yla dayanışma amaçlı 40 civarı ülkenin liderlerinin katıldığı yürüyüşe katıldı. Hem de ön sıralardan. Kendi ülkesinde bu 62 gazeteci öldürülmüşken ve faillerin bulunmasını bırakın korunması bizzat devlet eliyle yapılırken Paris'teki yürüyüşe katılması cidden bende soru işaretleri doğurdu. Bir ülkenin lideri denen konumdaki bir insanın kendi ülkesinde en ufak bir yürüyüşe bile biber gazı ve TOMA'larla saldırması, failleri belli cinayetleri çözmemesi, çözdürmemesi, başka bir ülkede ise bunlara rağmen yürüyüşe katılması. Hem de ilk sıradan.. Charlie Hebdo katliamı bizim faili belli gazeteci cinayetlerimizden daha mı çok önemli? Gerçekten de merak ediyorum bunu..

Tutarlı olmak ciddi anlamda önemli bir konu. Zira tutarlı olmayan insanların bu tutumlarının altında psikolojik sorunlar yattığı bilinen bir gerçek. Benden söylemesi..